Anayasa Hukuku Profesörü Necmi Yüzbaşıoğlu: Boykotu doğru bulmuyorum

‘İittifak yasası’ olarak bilinen düzenleme Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından da onaylandı. Muhalefetten yasaya tepkiler yükselirken kaygılar özellikle bazı maddelerde yoğunlaşıyor. Anayasa Hukuku Profesörü Necmi Yüzbaşıoğlu’na göre, “Doğru hedeflere yönelir ve uzlaşmayla yaparsanız ittifak iyi bir şey. Ancak biz uzlaşamıyoruz...” Seçimleri boykot konusunda ise “Muhalefet durumu kamuoyuna iyi anlatıp lehine çevirmeli” diyor.

Anayasa Hukuku Profesörü Necmi Yüzbaşıoğlu: Boykotu doğru bulmuyorum
19 Mart 2018 - 11:40
Anayasa Hukuku Profesörü Necmi Yüzbaşıoğlu: Boykotu doğru bulmuyorumYasayı incelediniz. Gördüğünüz en kritik maddeler hangileri, sonra tek tek açacağız…

Bir uzlaşma, ödünleşme ve demokrasi kültürü ortamı oluşturması nedeniyle ittifak benim de öteden beri savunduğum bir dayanışma türüdür. Ancak öncelikle bu seçim yasasındaki değişikliğin oluş biçimiyle ilgili düşüncelerimi paylaşmak isterim. Anayasa, seçim yasaları, siyasi partiler yasaları -ki buna ‘organik yasalar’ deriz-, dünyanın tüm demokratik ülkelerinde uzlaşma belgeleri olarak ortaya çıkar. Anayasalar bir toplum sözleşmesidir, oyunun kurallarını belirler. Seçim ve siyasi partiler yasaları da ‘organik yasalar’ olarak onun bir parçasıdır. Uzun ömürlü olmaları, siyasi partiler arasında bir uzlaşmayla, hatta toplumu ikna ederek mümkündür. Ancak biz en son anayasa değişikliği dâhil uzlaşamadık; yeni anayasa yapmak, anayasada köklü değişiklik yapmak için komisyonlar kurduk, bir sonuç alamadık. 2017’de uzlaşamadan anayasa değişikliği yaptık ve yaklaşık 100 yıllık birikimimiz olan parlamenter hükümet sistemini değiştirdik. Aynı şeyi bu ittifakın esas alındığı seçimle ilgili mevzuat değişikliğinde de görüyoruz.

Uzlaşmayla yapılmayan değişikliklerin sakıncası nedir?


 


Türkiye bunlardan ders almıyor. Mesela 1961 Anayasası Türkiye’nin hatta Avrupa’nın en özgürlükçü, demokratik anayasalarından biridir. Ama biliyoruz ki, bu anayasanın yapım sürecinde Demokrat Parti tabanı üzerine kurulan Adalet Partisi dışlanmıştı. Adalet Partisi, haklı olarak bunu içine sindiremedi. Yapımında dışlandığı bir anayasayla ülkeyi yönetmek zorunda kaldı. O mükemmel anayasa da, Adalet Partisi’nin elinde kaldı.

Buradan nereye gelmek istiyorsunuz?

Anayasa, seçim yasaları bir uzlaşmayla çıkmazsa ömürleri uzun olmuyor. Oysa bu belgeler, güncel sorunlara, konjonktürel hedeflere göre yapılmamalı. Çünkü güncel sorunlar aşıldığında, konjonktür değiştiğinde bu değiştirilen yasalar ve benimsenen hükümet sistemleri de ayakta kalamıyor. Asıl istikrar anayasanın, seçim yasalarının sürekliliğidir. Bugün İngiltere’de seçim mevzuatı neredeyse 200 yıldır aynı. Devamlılık için de mutabakat gerekiyor. Son değişikliğe gelirsek, ittifak doğru bir şeydir ama gönül isterdi ki bu bir uzlaşmayla olsun. Tamamen güncel, konjonktürel, iktidar partisinin devamını sağlamaya yönelik bir ittifak olarak karşımıza çıkıyor. Bir de burada şöyle bir çelişki var. Yeni hükümet sistemine geçilirken kamuoyu nasıl ikna edildi? “Koalisyon çok kötüdür” denildi.

İttifakı bir koalisyon olarak mı görüyorsunuz?

İttifak da seçim öncesi koalisyondur. Kamuoyunda yaratılan algıyla ittifak arasında yaman bir çelişki var. Tekrar söylüyorum; ben ittifaka karşı değilim. Dünya ittifaklarla yönetiliyor. Toplumda daha geniş bir tabanı vardır, farklı kesimler iktidardan pay alır, hükümetlerin tabanı geniş olur, bir uzlaşma, demokrasi kültürü yaratır, birbirini denetleyebilir. Doğru hedeflere yönelirseniz ve bir uzlaşmayla bunu sağlarsanız ittifak iyi bir şeydir.

Uzlaşılamayan bazı maddeler var. Öncelikle “Anayasanın eşitlik ilkesi” ihlal ediliyor mu?


 


Eşitlik ilkesine aykırılığın kaynağı yüzde 10 barajı. Seçim sistemlerinde iki temel değer vardır. Birincisi temsilde adalet, diğeri yönetimde istikrar. Bu bütün dünyada, seçim sistemlerinin hedef aldığı iki temel ilkedir. Terazi gibi birbirinin tersine çalışırlar. İstikrarlı hükümet olsun diye büyük partilere avantaj sağlayan bir model benimsediğinizde, o zaman ‘temsilde adalet’ zarar görür, toplumun farklı kesimleri parlamentoda kendisini ifade edemez. Ancak bu siyasal istikrar bakımından uzun vadede sorun yaratır. Bence siyasal istikrar, en az hükümet istikrarı kadar, hatta belki daha önemlidir. Temsilde adalet dediğiniz zaman da oylar dağılıyor, parlamento çok partili oluyor, parçalı hükümet, koalisyonlar karşımıza çıkıyor. Bunun dozunu iyi ayarlamak lazım. Bu iki ilkeyi dengeleyen –istikrarlı hükümet ama toplumda farklı kesimlerin temsil edildiği- bir model seçmek gerekir. Türkiye’nin sorunu maalesef buradadır.

Ama bunun yeni bir sorun olduğunu söyleyemeyiz, değil mi?

Tabii ki. Çok partili siyasi hayata geçtiğimizden beri biz bundan çok çektik. Türkiye, 1950’de çok partili siyasi hayata geçerken, çok partili siyasi hayatın gereklerine, 2.Dünya Savaşı sonrası değerlerine uygun çoğulcu, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğünü güçlendiren bir anayasa yapmalıydı. Yani 1961 Anayasası’nı 1950’de çok partili siyasi hayata geçerken yapabilseydik, partilerin uzlaşmasıyla Cumhurbaşkanını tarafsız statüye kavuşturabilseydik ve bir Anayasa Mahkemesi oluşturabilseydik, listeli çoğunluk sisteminden nispi temsil sistemine geçebilseydik Türkiye kanımca 27 Mayıs’ı yaşamazdı.

Listeli çoğunluk sistemini açar mısınız, nasıl bir sistem bu?


 


Bu sistemi açıklayabilmek için temsilde adaletin nasıl bozulduğuna dair rakamlar vereyim. 1950’de Demokrat Parti’nin aldığı oy yüzde 53, parlamentoda temsil oranı yüzde 83. Yani yüzde 47 oy yüzde 17 ile temsil edilirken, yüzde 53 oy, yüzde 83 ile temsil ediliyor. Gelelim 1954 seçimlerine… Demokrat Parti’nin aldığı oy yüzde 57, temsil oranı yüzde 93.

Bu sistem beraberinde ne getiriyor?

Adaletsizliği… 1957 seçimlerinde yüzde 48’e düşüyor Demokrat Parti ama Meclis’teki temsil oranı yüzde 70. Bu dönemde yönetimde istikrar var ama temsilde büyük bir adaletsizlik görülüyor. Demokrat Parti’nin anayasaya aykırı yasaları yapmasında -ki tarafsız cumhurbaşkanı da yoktu- bu haksız temsilin büyük payı vardır. Eğer Demokrat Parti, aldığı oyla orantılı temsil edilseydi bütün bunları yapamayabilirdi. İster istemez bir kibir oluşuyor. Muhalefeti dinlemiyor ve giderek otoriterleşiyor. Bana göre adaletsiz seçim sistemi, 27 Mayıs’ın nedenlerinden biridir. 

Bugün de temsilde adaletin sebeplerinden biri baraj mı?

12 Eylül 1980 sonrası da adaletsiz sonuçları yaratan baraj oldu. Örneğin 1987’de Anavatan Partisi yüzde 36 oyla, yüzde 64 sandalye çıkardı. Yine 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi yüzde 34 oyla, yüzde 66 sandalyeye sahip oldu. Ve o seçimlerde yüzde 45 oy hiç temsil edilmedi. Yönetimde istikrar sağlamak için temsilde adaletten feragat ederken makul olan aradaki farkın yüzde 10’u aşmamasıdır. Yani yüzde 40 oy ile yüzde 50 sandalyeye sahip olmak makul kabul edilebilir. Baraj sistemi temsilde adalet ilkesine zarar veriyor. Bu sistem muhalefeti zayıflattığı için her zaman iktidarı daha otoriterleşmeye götürür. Haklı olarak tepkilere yol açıyor. Bana göre Demokrat Parti dönemindeki sistem aşırı adaletsizdir ve aşırı adaletsizlik de bir zulümdür. Bizi getirdiği nokta ortadadır. Keza 1987’deki de öyledir. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı krizi ve bugüne kadar uzanan sorunların temelinde de 2002’de AK Parti’nin yüzde 34 oyla, yüzde 66 sandalyeye sahip olması yatar. Türkiye, adaletsiz seçim sistemlerinden çok çekmiştir. Ve bu sistem Rus Ruleti gibidir, ne zaman, kimde patlayacağı belli olmaz.

Şimdiki sistem için de aynı durum mu söz konusu?

Evet, hatta adaletsizlik ve eşitsizlik daha da artıyor. Aynı baraj duruyor. Onu daha da güçlendiriyor. Zaten D’Hondt sistemi büyük partilere yüzde 5 ile yüzde 10 arası avantaj sağlar. İttifakın ortak oyu yükselecek ve bu onlara daha da avantaj sağlayacaktır. İttifak içinde de büyük parti, küçük partiye göre avantajlıdır. Yani bu sistem mevcut adaletsizliğin boyutunu daha da arttıracaktır. Ayrıca ittifakın küçük partisi mesela yüzde 3-4 ile Meclis’te temsil edilirken, ittifakta olmayan bir başka parti yüzde 9 oyla baraja takılacak ve hiç temsil edilmeyecektir. Kastedilen eşitsizlik budur.

Dünyada bizimkine benzeyen bir sistem var mı?

Daha çok program ittifakları yapılıyor. İskandinav ülkeleri koalisyonlarla yönetiliyor. Fransa, sağ-sol blok halinde seçime giriyor. Bizimki biraz İtalya’ya benziyor. Ama İtalya’da milletvekillerinin yüzde 36’sı dar bölge sistemiyle seçiliyor. Bu sistem, kendi içinde bir adalet sağlıyor. Orada ittifak kuran partilerin de bir barajı var. Mesela ittifakın yüzde 10 oy alması gerekiyor. İttifaka katılmayan partilerde baraj yüzde 3-4. Bu şekilde adaletsizliği önlüyor. Ayrıca ittifakın ortak bir programı da var. Bizimkisi sadece daha fazla milletvekili çıkarmayı ve seçim barajını aşmayı hedefleyen bir seçim ittifakı.

16 Nisan referandumundan sonra ortaya çıkan tartışmalı durumun temelinde mühürsüz oy pusulalarının YSK tarafından kabul edilmesi yatıyordu. Şimdiki düzenlemeye göre 101. Maddenin birinci fıkrasında, “Mühürsüz pusula geçersiz sayılır” derken, sonraki fıkra, “Sandık kurulunun ihmali nedeniyle mühürlenmemiş oy pusulaları geçersiz sayılmaz” diyor. Burada bir çelişki var mı?

Bununla dışarıdan mühürsüz oy pusulası sokulmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. Ama dışarıdan sokulmadan, sandık kurulunun bir ihmali de söz konusu olabilir. Zaten mühürsüz oy ve zarfların geçerli sayılmasının nedeni de bu. “Sandık kurulu bir hata yapıyorsa, vatandaşın ne kusuru var, onun oyu neden geçersiz sayılsın? Bu haksızlığı giderelim” düşüncesiyle sandık kurulunun mührü olmayan oylar kabul edilecek.

Yani dışarıdan gelen mühürsüz oylar yine kabul edilmiyor ancak “Sandık kurulunun bir ihmali varsa, bunun bedelini vatandaş ödemesin” mantığıyla hareket ediliyor. Peki ihmal midir, değil midir nasıl belirlenecek?

Bu ancak somut vakada ortaya çıkacak. Bu durum kuşkusuz bir soru işareti, ünlem işareti barındırıyor. 16 Nisan’daki meseleye gelince, orada farklı bir durum vardı. Daha önceki seçimlerde mühürsüz oy iddialarında sandıklar açılıyordu, seçim sonuçlarını etkilemeyen mühürsüz oylar çıkıyordu, YSK onunla ilgili kararlar veriyordu. 16 Nisan’da ise henüz sandıklar açılmadan, kanundaki hükümlere rağmen, YSK saat 16.00’da mühürsüz oyların ve zarfların geçerli olacağına dair bir karar aldı. Bu karar ortalığı bulandırdı. Yanlış olan buydu.  

Anayasa Hukuku Profesörü Necmi Yüzbaşıoğlu: Boykotu doğru bulmuyorum

YSK’NIN VARLIĞI DOĞRUDUR

Sandık kurullarında siyasi parti temsilcilerinin başkan olabilmesinin önü kesildi. Direk atama yapılacak. Bu, siyasi partilerin sandık kurulları üzerindeki denetimini zayıflatır mı?

Öncelikle şunu söylemek isterim: Türkiye’de seçimlerin genel yönetimi ve denetimini Yüksek Seçim Kurulu (YSK) yapıyor. Bu bize özgü, bence son derece doğru bir tercihtir. Zaman zaman YSK’nın kararları tartışılmıştır ama; bu Dünya’da, Avrupa’da pek örneği olmayan bize özgü bir modeldir. YSK’yı kaldırırsanız bu işi kime vereceksiniz: Merkezi idareye, İçişleri Bakanlığı var, valiler, kaymakamlar, bir de yerel yönetimler... Buralar çok daha siyasi odaklı. Bu yüzden YSK’nın varlığı doğrudur. Bu eksende değerlendirirsek ‘İttifak Yasası’ olarak bilinen yasada YSK’nın yetkileri arttırılıyor. Bağımsız bir kurum olarak gördüğüm için, arttırılmasını sakıncalı bulmuyorum. Sandık kurulunun oluşumuna gelirsek; eskiden de fiiliyatta sandık başkanlarının çoğu devlet memuruydu. Bu düzenlemede de o ilçedeki tüm kamu görevlilerinin listesi YSK’ya bağlı ilçe seçim kuruluna veriliyor. Sandık kurulu başkanını o ilçedeki tüm kamu görevlileri arasından, ilçe seçim kurulu başkanı kurayla belirliyor. Bunun yanlış olduğunu düşünmüyorum.

İtirazın altında yatan nedeni nasıl okuyorsunuz?

“Bu kişiler devlet memurları arasından seçilecek. Devlet memurunu iktidar etkiler” şeklinde bir yaklaşım var. Türkiye’nin geçmişine bakarsak “Bu yanlıştır” diyemem ama burada asıl yanlış olan şey, biz valimizi devletin valisi, memurumuzu devletin memuru yapamamışsak bunun yansıması sadece seçimlerde olmaz ki. Devletin valisine güvenmemiz gerekir. ‘Devletin memuru’ değil, ‘iktidarın memuru’ olduysa bunu düzeltelim. Bence siyasi partilerin sandık kurulları üzerindeki denetimi bu sistemde de etkin olabilir. Çünkü hâlâ sandık kurulunun 5 üyesi siyasi parti temsilcilerinden oluşuyor. Ayrıca sandık çevresinde siyasi partiler ve bağımsız adayların göstereceği müşahitler de bulunabiliyor. Dolayısıyla siyasi partiler sandıklara sahip çıkarsa, sandık güvenliği sağlanabilir.

Seçim güvenliğinin sağlanmasında kolluk kuvvetlerinin varlığıyla ilgili de bir tartışma var…

Sandık güvenliğinin sağlanması bakımından, önceden sandık alanı vardı. Daha geniş bir çevreydi ve bence abartılıydı. Sandık alanı yerine yeni bir tanım getirildi. Bana göre daha gerçekçi bir tanım. Seçim güvenliği ile ilgili kısım şu: Seçim güvenliğini tehdit eden bir husus ortaya çıktığında eskiden sandık kurulu başkanı kolluk görevlisi çağırabiliyordu. Sandık kurulu ve başkanının bu bir yetkisi yine var. Ama onun dışında seçmenlerin ihbarı suretiyle buraya kolluk kuvveti gelme imkânı sağlanıyor. Ben bunu gerekli ve doğru bulmuyorum.

Sakıncası nedir?

Provokasyona müsait hale gelir. Endişem budur. Seçimlerin silah gölgesi altında yapıldığı yönünde istismarlara ve böyle bir zemin yaratmaya açık hale getirir. Gerek de ihtiyaç da yoktur.

Aynı binada oturan seçmenlerin aynı seçim bölgesinde kalmak kaydıyla farklı sandık bölgelerine kaydırılabileceği ifadesi var. Bu da mükerrer oy ile ilgili kaygı uyandırdı. Katılır mısınız?

Artık büyük apartmanlar var. Dolayısıyla aynı sandıkta oy kullanmayı beklemek gerçekçi değil. Aynı binada oturan seçmenlerin, aynı seçim bölgesinde kalmak kaydıyla farklı sandıklara kaydırılmasından şunu anlıyorum: Sandıklar aynı binada, farklı odalarda yan yana konulacak. Bir no.lu sandıkta değil de, iki no.lu sandıkta oy kullanacaksın. İlçe seçim kurullarının, seçmeni oturduğu evin uzağında bir sandığa yönlendirileceğini düşünmüyorum. Seçmen listeleri önceden ilan ediliyor. Böyle bir durum ortaya çıkarsa itiraz edilir. Siyasi partiler ve seçmen bunu takip etmeli. Bu durum kuşkusuz denetimi biraz zorlaştırır ama imkânsız hale de getirmez. Mükerrer oy endişesi de buradan doğuyor.

Seçimleri boykot etmeyi doğru buluyor musunuz?

Ben boykotu doğru bulmuyorum. Muhalefet tam tersine boykot edecek kadar tepki duyuyorsa, kamuoyuna bunu iyi anlatarak durumu kendi lehine döndürmesi gerekir diye düşünüyorum.

İKTİDARDAYKEN DEMOKRAT OLMAYI ÖĞRENEMEDİK

“Hepimizin aradığı şey insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi. Bu 80 milyonun ortak paydası. 80 milyonun içinde iktidar ve muhalefet de var. Biz iktidardayken demokrat olmayı öğrenemedik. Muhalefette mecburen demokrat oluyorsunuz. Önemli olan iktidardayken demokrat olabilmektir. Bu adaletsiz seçim sistemi 1980’den beri duruyor. Onca iktidar geldi, yine duruyor. İktidarda demokrat olmayı başarabilseydik, bunu içimize sindiremezdik.”

VATANDAŞA GÜVENMELİYİZ…

Cumhurbaşkanı seçimiyle Meclis seçiminin birlikte yapılacak olması doğru mu?

Başkanlık sisteminin uygulandığı ülkelerde bunun ayrı yapıldığını görürüz. Bizde birlikte yapılması anayasayla öngörüldü. Ancak bu her ikisi için aynı sandıkta, aynı zarfla oy kullanılacağı anlamına gelmez. Her ikisi için aynı sandıkta, aynı zarf içinde oy kullanılması bu mevzuatla öngörülüyor. Kısacası Anayasa değil mevzuat öngörüyor. Seçmen geldiği zaman cumhurbaşkanlığı ve meclis için oy pusulasını alacak aynı zarfa koyacak. Buna yönelik eleştirilerde, “Yönlendirme var” deniyor. Ben bu eleştiriye çok katılmıyorum. Yönlendirme varsa bile bu iki tarafa da çalışır. Yani ittifaka oy vermeyen, onun başkan adayına ve meclisine de vermeyebilir. Ayrıca vatandaş bunu ayırabilir. Bu biraz da vatandaşa güvensizlik olmuyor mu? Vatandaşa da güvenmeliyiz artık. Son olarak; bütün söylemek istediğim her türlü musibete karşı en büyük güvencenin tüm kurum ve kurallarıyla işleyen, çoğulcu, özgürlükçü demokrasi ve hukukun üstünlüğü olduğunu unutmayalım.

YORUMLAR

  • 0 Yorum