Ben bir Müslümanım

Muhammed peygamber henüz doğmadan yetim, küçücük bir çocukken de öksüz kaldı. Çocukluğu, çoban olarak ve arada bir amcasının ticaret kafilesine uyarak geçti.

Ben bir Müslümanım
14 Aralık 2018 - 18:38 - Güncelleme: 15 Aralık 2018 - 10:02
İlahi dinlere ait inanç gruplarıyla ilgili ilk yazımda “Ben Bir Yahudiyim”, ikinci yazımda “Ben Bir Hristiyanım” demiştim. Herkesin empati yaparak ve ters rol mantığıyla, karşıt veya düşman olarak gördüğü dinlere mensupmuşçasına kendi iç dünyasına seslenip Yahudileri ve Hristiyanları anlaması gerektiğini vurgulamıştım.

Ben ne Fethullahçıların “Dinler arası diyalog ve hoşgörü kültürü adı altında İbrahimi dinler projesi”ni düşünerek konuya yaklaştım, ne de Uzakdoğu’daki new age tarzı Moon tarikatının tüm dinleri aynı potada eritme yalanının izdüşümüyle yazılar kurguladım. Benim yaptığım şey, hangi inanç grubuna ya da kültür değerine sahip olunursa olunsun, ortak insani kazanımlara mensup herkesin saygın kabul edilmesini deklare etmekti.

Meramımı ilk iki yazıda olabildiğince ifade ettiğime inanarak, şimdi de “Ben Bir Müslümanım” yazısı ile ülkemizdeki çoğunluğu oluşturan ya da öyle kabul edilen en yaygın inanç manzumesi Müslümanlığı değerlendireceğim.

TÜM PEYGAMBERLER KARDEŞTİR

,Musa Mısır’da doğmuştu, İsa Filistin’in bir köyünde, Muhammed adlı kardeşleri de Ümmül Kura denilen Mekke’nin tam göbeğinde.

Ne ilginç bir kardeşlikti bu, her üçünün de babası yoktu başlarında, hep annelerinin şefkatli kollarına emanettiler.

Ne ilginç bir kardeşlikti bu, her üçünün annesi de türlü acı ve sıkıntılar çekmişti.

Ne ilginç bir kardeşlikti bu, her üçü de kendileri gibi yetim ve öksüzlere çare olmak için devrimlere imza atmıştı. Musa, tarihin ilk sendika başkanıydı ve Mısır’daki köleleri özgürleştirmeyi hedeflemişti. İsa, köle ve ölü ruhları uyandırıp özgürleştirmeye yeminliydi. Muhammed ise hem köleliği hem de insanın kendi kendine köleleşmesini yeryüzünden silmeye azimliydi.

Ne ilginç bir kardeşlikti bu, her üçü de “Barış” sözcüğüne hizmet ediyor, barışı öğütleyen ahlak sistemlerinin dünyaya egemen olmasını arzuluyorlardı.

HZ. MUHAMMED İLE BAŞLAYAN YENİ DİN ANLAYIŞI

Muhammed, Haziran’ın on yedisinde, sıcak bir Mekke akşamında doğdu.  Muhammed’in Noel’i o gündü. İsa’nın Noel’i olur da Muhammed’in olmaz mıydı?

Muhammed peygamber henüz doğmadan yetim, küçücük bir çocukken de öksüz kaldı.  Çocukluğu, çoban olarak ve arada bir amcasının ticaret kafilesine uyarak geçti. Adından daha çok, unvanı olan Emin sıfatıyla anılır oldu. Bir insanda imandan önce güvenilirlik ön planda olmalıydı zira. Zaten annesinin adı da Amine, yani “gönlü güvenilir” idi. O ve onun gibi birkaç kişi İbrahim peygamberden miras kalan Hanif dinine mensuptu, puta tapmazdı, Allah’a şirk koşmazdı.

Gençliğinin baharında Hatice ile evlendi.

Hatice’yi almak kolay değildi.

Muhammed, Hatice hayattayken başka bir kadınla evlenemedi. Hatice zengin, güçlü, zeki ve dirayetli bir kadındı. Onun üzerine kuma getirme cesaretini Muhammed gösteremezdi. Güçlü kadın dersini iyi belleyen Muhammed, damadı Ali’nin Fatma üzerine kuma edinme fikrini alaycı şekilde ret etmiş, “Kızımla boşandıktan sonra bir başkasıyla evlenebilirsin” demiş, ona kapıyı göstermişti.

Hira’da tek başına derin tefekkürdeyken Allah’ına mülaki oldu Muhammed.

Araplar arasında Allah adı yaygındı. Meleklerin başındaki tanrı diye bilinirdi. Bilinirlilik takısıyla Allah ismi Araplarca kullanılıyordu. Allah’ın mesajı birçok yerde Muhammed’in karşısına çıktı. Uyanıkken de, uyurken de, bilinen ve bilinmeyen kişi kılığındaki Cebrail meleği ile de. Çünkü Muhammed her şartta; uyanıkken, ayık, dikkatliyken ve dalgın olduğu her şartta karşısında Allah’ı buluyordu. Mekke’den Medine’ye kaçışında, yani hicret esnasında Sevr  mağarasında üç kişiden biri olarak yanında yine tanrısı vardı.

Muhammed’e Kur’an verildi.

Kur’an’ın lafzı özeldi ve cümlelerinde verdiği örnekler ilginçti. Ortaya koyduğu hükümler ise kimi zaman kesin, kimi zaman vakitliydi. Kur’an’ın ilk hitabı Arapça olduğu için Allah’ın sadece Arapçayı iyi bildiğini veya Arapçayı özel kıldığını düşünenler oldu. Oysa hiçbir dili abartmamak gerekirdi.

Muhammed peygamberin getirdiği ilahi kitapta hoş tatlar vardı.

Kızgınlığı ifade eden ayetler insanı boğsa da, Mekke’de gelen ayetlerin çoğu şiirseldi, insanı manevi duygusallığa yönlendiren özellikteydi ve müzikalitede lirikti. İlahi kitabın bütünü, kavuşamayan âşıklara ilham verecek düzende romantikti. Mesela Kur’an, besmeleyle başlıyordu, ilk iki harfi Be ile Sin oluyordu. Kur’an’ın son ayeti yine Sin harfiyle bitiyordu. Yani Kur’an’ın ilk sayfasının en başında yan yana olan iki harf, ilahi kitabın sonunda yine buluşuyordu. Sanki Kur’an’ın kapağı kapatıldığında, tüm kitabı Be ve Sin harfleri kucaklıyordu.

Münafık denilen köstebek zihniyetliler, onun şeriatında kolayca yuvalandı.

Yeni dinin sevecen ve toleranslı ama bazen sinirli tarafları, yüzsüzlere ve ikiyüzlülere açıktı.

Mekke döneminde daha özgür hareket eden Müslüman kadına Medine döneminde prangalar vuruldu. Buna Muhammed üzülüyor ama hiçbir şey yapamıyordu, zira etrafındaki güruhun genetik tepkileri oldukça yereldi. Bu son Peygamber, Türk topluluklarında veya Kafkaslarda gelseydi, kadına ikinci sınıf muamele edilir miydi, diye düşünmeden edemiyorum.

Cihat denen mücadele…

Hani şu İslamcıların kanlı mukatelesi…

Cihat, Muhammed peygamber ile gündeme girdi. Ondan önce Davud da savaşmıştı ama Muhammedilerin bazılarında savaş, ana ibadet, bol ganimet, köleleştirme aracı, cariye edinmenin yolu ve iman esası olarak anlaşıldı. Fakat cihat ayetleri aslında konjonktüreldi. İlk zamanlarda, haksızlıklara, saldırılara ve ihanetlere karşı nefsi müdafaaydı ve yapılabilmesi birçok şarta bağlıydı. Kur’an’daki “Öldür!” gibi ifadeler, salt ölümü ve öldürmeyi ifade etmiyor, “Sınırı aşan isteklerinizi dizginleyin, kendinizi düzeltin” anlamında “Nefislerinizi öldürün (Faktulû enfüseküm)” anlamına geliyordu.

Son peygamber, Ali, Hüseyin, Mus’ab ve Ebu Zer gibi haksızlıklara meydan okuyabilen az sayıda aktivist yaratabildi. Onun aptalları ve inatçı cahilleri iyileştirebilecek mucizesi de yoktu, doğaüstü bir ilacı da.

Muhammed öldüğünde, ona hitaben: “Anam babam sana feda olsun” diye naralar atan arkadaşları, onun ortada kalan yetim naaşını iki gün boyunca kaldırmadı. Hasbelkader cenazesi kaldırılırken, cenaze namazı için sadece on yedi kişi bulunabildi. Ortada ne ana, ne baba, ne de onları feda eden evlatlar vardı; yalnızca gerçekten yalnız bir peygamber vardı.

Haziran’ın on yedisinde doğan Muhammed, öldüğünde on yedi kişiyle uğurlanmıştı.

Muhammed peygamber öldüğünde bazı değerler de onunla birlikte öldü.

“İncil komisyonca hazırlandı, konsüllerde kabul edildi” diyen Müslümanlar, Muhammed’in ölümünün ardından Kur’an ayetlerini bir araya getirmesi için Zeyd başkanlığındaki komisyonu oluşturdu. İncil’in konsüllerde kabul edilmesini eleştiren Müslümanlar, Kur’an’ın da İslami konsülde bir araya getirilip kabul edildiğini görmezden geldi.

Tevhid dini (Monoteizm), Muhammed ile devam etti ama onun ölümünden sonra İslam, önceki dinlerin akıbetine uğradı. İslam’da bazı yorum ekollerinde tanrının varlığı üçlendi; Allah’ın yanına Muhammed ve Ali eklendi.

Muhammed’e ait gösterilen yüz binlerce söz, onun ölümünden sonra hazırlanmaya başlandı. Peygamberin yakın arkadaşı Ömer, hadis yazımını yasaklamış, hatta hadisçilerin başı Ebu Hureyre’yi tehdit etmişti. Hadis ezberlenmesine dair sözler fazlaca abartılıydı. Dini ve peygamberin yaşantısını iyi anlamak için hadise ihtiyaç vardı ama bu sözlerin toplanması ve derlenmesi meselesi sorunluydu. Üstelik devlet başkanları hakkında ve kıyametin alametleri gibi konularda birçok hadisin uydurulması dinin inandırıcılığını olumsuz etkiledi.

Peygamberin, dinî konularda verdiği emirlerin kendi zamana ait olabileceği fikri iyi anlaşılamadı. Çünkü Muhammed’in getirdiği dinin her hitabı, her kuralı ve her tavsiyesi evrensel değildi. Dinler, içinde bulunduğu toplumun değer yargılarından, geleneğin çarkından ve yöresel damardan vareste olamazdı. Eğer peygamber şimdi yaşasaydı, hadislerindeki söylem de bu zaman şartlarına göre olacaktı, aksi halde zamana hükmedemeyecekti. Hadisteki bu durumu göremeyen Müslümanlar, Allah’ı ve peygamberi kendi zamanlarına hapsetti, gelişen şartları inkâr edip on dört asır öncesini bu zamana monte etmeye çalıştılar. Halbuki zamanlar arası transfer, hayalperestlerde mümkündür.

Muhammed’den sonra onun liderliğini sürdürmesi için halifeler seçildi.

Ebubekir’in halifeliği zamanında saf inanç devri bitti.

Ebubekir eliyle din; kapitale, yani paraya pula endekslendi. Zekât vermeyi ret edenlerle girişilen ve adına Ridde Savaşları (İrtidat, dinden çıkış) denilen kanlı mücadeleler, dinin maddi değerlere bağlandığının kanıtıydı. Dinin ilk istinat duvarı olan kalpten inanmanın yanına, maddi kaynak ve zenginlik konuldu. Ebubekir, yaptığı işin parasal yönünün imana denk düşeceğini öngöremedi. Devlet hazinesi olan Beytülmalı ve ona gelir sağlayan zekât toplama işini elinde tutan hilafet anlayışı, yeni toprakların fethini kapitale göre şekillendirdi.

Halifelik, siyasi oyunlara ve geleneksel toplumların gaddar ruhuna hizmet aracı oldu. Gerçi peygamber halifelik sisteminin tam otuz yıl süreceğini, otuz yıldan sonra hilafetin azgın despotluk, ısıran köpeklik ve kudurmuş krallık olacağını haber vermişti. Muaviye ile oğlu Yezid, zulmet dönemini başlattı. Allah yanında din İslam (Barış) idi ama insanlar arasında geçer akçe İslamcılık değildi. İslam, Barış’ın değil, Batış’ın sembolü yapılmaya çalışıldı. İslam, silm sözcüğünden geliyordu, ama İslamcı siyaset ‘Silme’ politikasına hizmet ediyordu. Kur’an’da: “Allah yanında din, İslam’dır” denirken bu ayet tam olarak anlaşılamadı. Kur’an bu sözü, “Dincilerin din diye sundukları sistem, Allah’ın kabul edeceği tek dindir” anlamında söylememişti. Allah bu ayetle, “herkesi barışa ulaştıracak din, benim için gerçek dindir” mesajıyla söylemişti. O yüzden Allah kendisi hakkında: ‘Din gününün sahibi’ demiştir, “Ahiret gelince sadece Müslümanların yanına geçer ve onlara torpil sağlarım” dememiştir.

Selçuklu ve Osmanlı birkaç dirayetli ve zeki devlet adamı yetiştirdi. Ne zaman ki Araplardan hilafetin ihracı ve felsefe ile mantık derslerinin medreselerden ihracıyla İslam orijinallikten çıktı. Din, geleneksel ve folklorik olmaya adım attı. Zaten ilk akıl değerini İslam’ı yorumlamaya dahil eden Mutezile ekolünün yok edilmesi Müslümanların en büyük kaybıydı.

Emevilerden hep kötülük doğmadı.

Hilafet mümessillerinin dünyaya en yüce hediyesi, Endülüs denen hazine oldu. Kurtuba (Cordoba), Gırnata (Granada), Cadiz ve daha nice kentler, sadece dünya mirası değil, aynı zamanda bilimin sıçrama taşlarıydı. Abbasiler döneminde de unutulmuş felsefi değerler gün yüzüne çıktı. Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd’ler gibi Müslüman teologlar boy gösterdi. Farabi tanrıyı arıyor ama birçok akıl türleri ve karışık sistemden söz ederek tanrı ile varlık arasında bağ kurmaya çabalıyor ve akılcılığı ön plana çıkarıyordu. İbni Sina, Farabi’nin akılcılığı ile Ebu Bekir Razi’nin deneyciliğini birleştirmişti. Ayrıca Batının modern tıp üstadı olmuştu. İslam düşünürlerinin karşısına tasavvufçu Gazali dikilmiş ve Filozofların Sürçmesi adlı kitabıyla felsefeye saldırmıştı. Tarihteki İslam yobazlığının atası olan Gazali’nin karşısına, Aristoteles’i dünyaya kavuşturan İbni Rüşd çıkıp, filozofları inançsız göstermenin yanlışlığını hem mantık çerçevesinde hem de İslam hukukundaki verilerle ispatladı.

Endülüs’te bilim ve felsefenin yanında antik miras da sahiplenmişti. Kadim topluluklarda yer alan ezoterik anlatımlar, içine dinî jargonlar katılıp kültür soslarıyla süslenerek inanç konusu yapılıyordu. Anlayacağınız, bir çeşit implant din uygulaması yoluyla müşteriler kazanılıyordu.

İslam medeniyeti, Batı’da ilkin Bologna Üniversitesi’ni, yani bilim yuvalarını, ayrıca Endülüs’ten kaçıp Yahudilerin arasına karışan İbni Meymun sayesinde de modern ekonominin temel ilkelerini doğurdu.

Sanırım “Ben Bir ……” ile başlayan yazılarımı takip edenler artık bir sonuca ulaşmıştır. Bu son seride biraz öz eleştirimizi yapma gereği duydum, çünkü İslam dini mantık ve akla uygun hitap etmediği takdirde boşluğa düşer niteliktedir. Masalımsı ve mitolojik anlatımlı itikatlar diğer iki dinde tat verebilir ama onları bu özellikleriyle taklit eden bir dine insanlığın ihtiyacı yoktur. İslam’ın; akla, mantığa, felsefeye ve bilime referans verme niteliği görmezden gelindiğinde ortada İslam da kalmaz, saygı duyulan Müslüman da.

Unutmayalım…

Her üç dinin birçok değeri bir diğeriyle aynıdır.

Her üç dinin sâlikleri bir diğerini ret edemez.

Sonuçta, herkes bir diğerinin inancına saygılı olmalı ve hakaret ile ötekileştirici ifadelerden sakınmalıdır.

Öyleyse en güzel ve anlamlı mesaj: “Herkesin dini kendine” olmalıdır.

Nazif Ay

Odatv.com

YORUMLAR

  • 0 Yorum