Didem Çivici Beden ve Duygular

Dişil öz ile kastettiğim, hareket halinde olandır. Dişil olanı bilgisayar karşısına oturtup tüm gün iş yaptıramazsınız. Onu tüm gün durağan kılarsanız dişil özü öldürürsünüz. Şu ân tüm dünyada olduğu gibi. Sen onca insanı hareketsiz bir şekilde bilgisayar karşısında oturtursan, dünyanın dişil özünü söndürürsün. Dişil öz sürekli hareket etmek ister. Burada soracağımız diğer soru da şu:

Didem Çivici Beden ve Duygular
18 Ağustos 2017 - 11:58
Vahşi olanla, vahşi özümle bağlantıda mıyım?

Vahşi olanı canlandırmak için yapacağımız şey animusu canlandırmak. Ben, kendimi gözetmek, kendime alan tutabilmek istiyorum. Tüm kaos ola gelirken (savaşlar, aile içi şiddet, depresyon, terk edilmek, vs) bana alan tutulmasına ihtiyacım var. Bizim çoğunlukla içine düştüğümüz tuzak, bu “alan” tutacak kişiyi dışarıda aramamız. Bana alan tutulmasına ihtiyacım var ve ben birileri bana bu alanı açmadığında sıkılıyorum, bozuluyorum, geri çekiliyorum, saldırıyorum. Buradaki arayışımız ise şu: Önce BEN kendime bu alanı nasıl sağlayabilirim?

Tekrar soruyorum: Bedenimde ne oluyor? Bu soruyu sormak bile eril alana ait güçlü bir ifade. Kalbî merak ile görmeye niyet eden, olmakta olana ilgi gösteren ve farkındalığı tam burada şu ânda olana getiren benim eril özüm. “Bedenim gergin,” dediğim ân olana farkındalık getirdim. Kendi bedenimin farkında olmak büyük bir eril adım, çünkü kendimi gözetiyorum ve bir sonraki sefer benzer bir durum yaşadığımda kendim için bir adım atabilir, hayır diyebilirim, evet diyebilirim, seçeneklerim var diyebilirim. İşte burada “eril alan” başlıyor. Kendimi gözettiğim, duygu ve ihtiyaçlarımı fark ettiğim ve bunlarla beraber, ihtiyaçlarımı karşılamak için eyleme geçtiğim yer, Eril Alan.

Konu burada da bitmiyor. Kendime alan açabildikçe başkalarına da açabilir hale geliyorum. Kendime alan tuttukça çevremdeki insanlara nasıl katkı sağlayabilirim, onu öğrenmeye başlıyorum. Bu, dişil olana hizmet. Dişil özün “birliktelik, paylaşım, yaratım, besleyicilik” armağanlarını yaşama aktarmasını sağlayan alan eril öz. Ben kendime alan tutabilir hale gelirsem ve bunda güçlenirsem başka insanlara da katkı sağlayabilirim. Şiddetsiz İletişim’i dünyaya armağan olarak sunan Marshall B. Rosenberg, en temel ihtiyaçlarımızdan birinin de insanların hayatına katkı sağlamak olduğunu söyler[1]. Başka insanların hayatına dokunduğumuzda, içimizde havai fişekler patlamaya başlıyor. Çünkü orada “kalpten vermek” var. Ancak ben kendi içimde sıkışıksam dışarıya nasıl yardımcı olabilirim ki? Önce kendi gemimi kurtarıyorum. Ve benim gemimi kurtaracak olan da Animus’um (Eril Öz).

Dişil alanda güçlü olmaya çalışırken şu soruyu soruyorum: “Bedenim hissediyor mu?” ve aynı ânda animus oraya farkındalık getiriyor. Clarissa P. Estes’in verdiği çok güzel bir örnek var[2]: “Sağlıklı kadın tıpkı bir kurt gibidir: Sağlam, kunt, diri, hayat verici, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebedir. Ancak vahşi doğadan ayrılmak kadının kişiliğinin zayıflamasına, bir hortlak ve hayalet halini almasına yol açar. Postu kolay deldiren, çelimsiz, sıçrayamayan, avlanamayan, doğuramayan, bir hayat yaratma yeteneğinden yoksun biri olmak için burada değiliz."

Aslında yapmaya çalıştığımız şey bu. Yani “Bedenim hissediyor mu?” sorusuyla vahşi özüme doğru derin bir yolculuğa çıkıyorum. Ben burada bir kurt gibi olmaktan bahsediyorum:

Burnum koku alıyor mu?

Ağzım tat alıyor mu?

Bastığım zemini hissedebiliyor muyum?

Kulaklarım duyuyor mu?

Sezebiliyor muyum?...daha içsel bir dürtü.

Bu, tanıştığınız insanlarda ya da girdiğiniz bir ortamdaki tehlikeyi sezmek gibidir. Sezgilerimi kuvvetlendirmek ve yeri geldiğinde bazı şeyleri önceden bilebilmek...bunlar için tüm duyuları aktif etmek gerekiyor, tüm duyuları aktif edebilmek içinse BEDENDE %100 MEVCUT olmak gerekiyor. Bu nedenle mümkün mertebe doğanın içerisindeyken katman katman sesleri duyun, yediğiniz her besinin katman katman tatlarına inin, dokunuşu katman katman hissedin, yemekle temasa geçin, koklayın, seyredin, daha derine inin! Yediğin her ne ise onu hisset! Çünkü sen neyi, nasıl yiyorsan o’sun! Her besinle temas edebilir, her şeyi meditatif bir halde yapabilir miyiz? Yürüyorsan dur. Yolun ortasında dur ve sadece hisset. Bedenin nerede? Nefesin nasıl akıyor? Etrafında neler var? Havanın dokusu nasıl? Dudakların yumuşak mı? Yemek sırasında birisi hızlandıysa, bir nefes alıp, “Benimle yavaşlamak ister misin?” diye sor. Birini telaşlı, heyecanlı gördüysen fark et ve “Benimle birlikte derin bir nefes almak ister misin?” diye sor. Böylece birbirimize alan tutmayı ve eril alanda güçlenmeyi öğreniyoruz. Yargılama! Hatırlat! Birbirinizi bu alana davet edin. Birbirinizin içindeki eril ve dişile çağrıda bulunarak kendi içinizdeki eril ve dişil özleri uyandırabilirsiniz! Bu ân itibariyle daha derin ve daha samimi bir alana geçiş yapıyoruz. Yaşamınız her ânı dopdolu bir armağan haline gelebilir.

 

Bizler özümüzdeki canlı olan şeyi kaybettik. Bizi vahşi özümüzden kopartan şeyler var ve bunların başında da eğitim geliyor: Toplumsal eğitim ve aile eğitimi. Eğitim dediğimizde ne oluyor? Bu doğru, bu yanlış; bunu yaparsan toplumda onay görürsün, şunu yaparsan onay görmezsin. Ve biz çocuk zihnimizle kendimize şunu tekrarlıyoruz aslında: “Bu duyguları hissedersem ve bu eylemde bulunursam onaylanırım/sevilirim/kabul görürüm” ya da “Bu duyguları hissedersem ve bu eylemde bulunursam durursam onaylanmam/sevilmem/kabul görmem.” Ben her şeyimle kabul görmüyorum arkadaş! Okula gidiyorum; sessiz durduğumda aferin alıyorum, yaramazlık yapıp sesimi yükselttiğimde dayak yiyorum ya da notum düşüyor. Evde de aynı şekilde; yemeğimi yersem iyi çocuğum, yemeğimi yemez ve derslerimi yapmazsam kötü çocuğum. Yani sonuç olarak bir anlayış doğuyor: “Ben normal değilim.” Ya da “Ben iyi bir çocuk değilim.” Herkes beni kabul ettiğinde sorun yok, yaratabilirim yani, ancak içimde bir kaos çıkarsa, istenmeyen ve onay görmeyen ifadelerde bulunursam ne olacak?

Normal kelimesi normlara uygun, yani her şey yolunda, hiçbir sorun yok, herkes aynı anlamına geliyor. Eğitimde işleyen mantık bu. Eğitim, “terbiye vermek” üzerine kurulu bir sistem. Biz çocuğa diyoruz ki: “Canım, bak şimdi, sen büyüyüp serpilebilirsin ama herkesin kabul ettiği normlara ve kurallara göre büyümelisin. Eğer bize uyumlu hale gelirsen aramıza katılabilirsin.” Peki bu olduğunda ne oluyor? Gölgeler doğuyor. Misal, ben bir çocuğum ve hakkımı savunmak istediğim bir yerler var. Sesimi yükseltiyorum. Ancak bulunduğum topluluğun (okul, aile, arkadaş grubu, vs) bir “norm”u var. Eğer ki içimde canlı olanı ifade edersem ve yargılanırsam, dışlanırsam ya da fiziksel şiddet görürsem geri çekiliyorum. Çünkü o ânda daha derin bir ihtiyacımla bağlantı kurabiliyorum (bilinçsizce): Âidiyet.

Normlara uymak için sesimi yükseltmemeyi seçip, o ân isyân etmeyi seçen sesimi arka tarafa çekiyorum, çünkü bu topluluğa ait olmaya ihtiyacım var. Yani bu konuya en ilkel şekilde bakarsak bunu tamamıyla “hayatta kalmak için” yapıyorum (ve bu en doğal ihtiyaçlarımdan biri). Tabii hayatımın geri kalanında beni ve hayatımı nasıl yönetebileceğine dair en ufak bir fikrim olmadan yapıyorum bunu. Ve bu süreç bizi, tüm yaşamımız boyunca taşıyacağımız bir yüke kavuşturuyor: Kocaman bir boşluk. Bu boşluk, acılarımızın diğer bir kaynağı haline geliyor, zira o boşluk pek çok açlığı da beraberinde getiriyor: Onay, sevgi, kabul, niyetimle görülmek, destek, güven, saygı, anlam...

Duyguları ile temasa geçmeyen, sessiz, sakin bir ailedeysem ve çılgıncasına dans etmek beni çok besliyorsa, ancak annem “Kıçı başı çok oynayan kızlar kötüdür,” diyorsa, o eğlenen ve keyif alan kızı hop arkaya atıyorum. Bu “arka alan”, yani “karanlık alan” gölgelerle dolu ve burası derin karanlık bir boşluk aslında. Bu boşluk süreç içerisinde içinden çıkamadığım ve yaşamımı yöneten bir “Mr. Hyde”a dönüşüyor. “Dr. Jekyll & Mr. Hyde” hikâyesine psikolojide “shadow” (gölge) konusunda oldukça çok başvurulur. “Dr. Jekyll” eli yüzü düzgün, terbiyeli ve eğitim almış bir doktordur. O bir “İyi Adam”dır. Mr. Hyde ise doktorun geceleri ortaya çıkan iç benliğidir, o bir gölgedir, katildir, “Kötü Adam”dır. Bu hikâye bizim ikili doğamızı anlatır. Aydınlıkta “iyi”, karanlıktaysa “kötü” olarak yargılanan ikili doğamızdır bu. Karanlıkta olan istenmeyendir. Karanlıkta olan baş edilemeyendir.

Önceki dans eden kız konusuna geri dönersem... Eğer annemin yargıları nedeniyle danstan vazgeçersem, kuvvetle muhtemel ileri yaşlarında dans eden birini görünce yargılayabilir, hakaret eder ya da kıskanırım. Ve bir gün âniden bu “gerçekleştiremediğim” gölgem tüm hayatımı ve düşüncelerimi geçirir. “Âniden”, çünkü gölgelerin oyunu budur. Gölgeler bastırıldıkları sürece yüzlerini çok fazla göremeyiz. Ancak “yeteri kadar uzun süre” bastırdıysak, güçlenerek kaotik bir şekilde yüzeye çıkarlar. Yineliyorum: Yargılıyorum, suçluyorum ya da saldırıyorum, çünkü ben “dışarıda yalnız kalmak” istemiyorum! Dansçı benliğimi gölgeye atma sebebim aileme “ait” olmak. Fakat ben bu ihtiyacımı karşılarken başka hangi ihtiyaçlarımı göz ardı ediyorum? Âşikar ki ben kendimi tam anlamıyla gözetemiyorum ve 0-7 yaş arasında bana hizmet etmiş olan bu davranış ya da seçim (hareket etmeyi seven tarafımı gölgeye atmak) ileri yaşlarımda artık bana hizmet etmiyor, çünkü derinlerde bir yerde o küçük kız çocuğu hareket etmek istiyor! İşte “orta yaş krizi” denilen sürecin başlıca nedeni: Gölgelerin yüzeye çıkması!

Ben bu alanı armağana çevirmeye doğru dümen kırarsam, her seferinde kendime şunu sorabilir miyim:

Ben, gölgedeki her halimi, gölgelerimin hepsini kucaklayabilir miyim? Ve bunu nasıl yaparım?

Âidiyet ihtiyacımı karşılarken diğer öz ihtiyaçlarımı nasıl gözetirim?

En derin ihtiyaçlarım neler? Onlarla nasıl bağlantı kurarım?

Karanlık alan ya da gölgelerle temas kurmak bize özgürlük getiriyor. Kendimizi yok saymaya devam etmek yerine “Mr. Hyde”ların bize sunmaya çalıştıkları mesajları dinlemeye ve onları görmeye başladığımızda, işte o zaman içsel bir barış halinden söz edebiliyoruz. Ben buna “İçsel Evlilik” diyorum: Yin ve Yang’ın Buluşması.

Dünya üzerinde yaşayan hatırı sayılır çoğunluk aydınlığı isterken karanlıktan uzak durmaya çalışıyor. Aydınlık korkumuz yok ama karanlık korkumuz var! Zira karanlık olan bilinmezlerle dolu, değişken ve tahmin edilemez. Göremediğin, tahmin edemediğin, sürekli değişen bir şeyi nasıl yönetirsin ki! Onun yerine anlayamadığımız şeyle baş etmenin en kolay yolu o şeyi yargılamak ve yok saymaktır. İşte pek çok insan da bunu yapıyor. Sonuç? Projeksiyon, suçlama, yargılama, savaş, cinayet, tecavüz...

Peki bu gölgelerin “şiddetli” değil de empati ve anlayış ile ifade bulmalarına izin verirsem ne olur?

Kendi içimde aslında utanç ve korku ile geri çekildiğim ve gölgeye attığım taraflarım pek çok insana ilham olabilir ve böylece pek çok insanın hayatına katkıda bulunabilirim.

En başta da kendi hayatıma.

Hatırlamakta fayda var: Travmalar/gölgeler 0-7 yaş arasında oluşuyor. Sonrasında “travma” dediğimiz deneyimler aslında travma değil “tetiklenme”ler, yani geçmiş travmaların su yüzüne çıkışları. Bizler, erginleşmemiş çocuklar gibiyiz. Bunun en büyük nedeni olarak “modern” toplumlarda erginlenme törenlerinin olmaması görülüyor. Biz olgunlaşmıyoruz. Yetişkin olamıyoruz. Kültürümüzde elimizde kalan son erginlenme törenleri kına gecesi ve sünnet düğünü. Ne kadar derin ve olgunlaştırıcı oldukları ise tartışılır. Oysa ki bizim gibi toplumların olgunlaşmak için ritüellere ve “vahşi öz”e hizmet eden çalışmalara ihtiyacı var. Bizim olgunlaşmaya ihtiyacımız var. Hepimiz 0-7 yaş çocuklar olarak hayatlarımıza devam ediyoruz. Tetiklendiğimizde ve kavga ederken iki çocuk olarak yapıyoruz bunu. İhtiyaçları karşılanmamış küçük bir çocuk; saldırıyor ya da geri çekiliyor.

Son olarak... Dünya üzerinde kurulabilecek huzur ve barışın ancak ve ancak kendi gölgelerimizin (tetiklendiğimiz her şeyi ve herkesi) bilinçli bir şekilde "bilinmesiyle", şeytani olarak var saydığımız her şey ve herkesin (savaşlar, "kötü adamlar", hükümetler, vs) kendi ihtiyaçları ile "görülmesi ve duyulmasıyla" ve en önemlisi de "huzur ve barışın kovalanmamasıyla" gerçekleşebileceğini düşünüyorum.

Savaşlar bitmeyecek, hükümetler yıkılmayacak, doğal afetler son bulmayacak ve bizler ölüyoruz. Bizi yaşama kavuşturacak şey, kötü adamlardan/şeylerden kurtulmaya çalışmaya bir son vermek. Bizi yaşama kavuşturacak şey, kendi gölgelerimizi ışığa çıkarmak.

 

Didem Çivici

YORUMLAR

  • 0 Yorum