İrem Çiçek: 'Hayata Süper Mario oyunu gibi bakıyorum'

İrem Çiçek ile ilk 2011 yılında Ankara Seğmenler Parkı’nda buluştuk. Henüz 25 yaşında, hukuk diplomasını iki gün önce almış, genç ve güzel bir kadındı.

İrem Çiçek: 'Hayata Süper Mario oyunu gibi bakıyorum'
01 Mayıs 2016 - 11:03
İpek ÖZBEY- Fotoğraflar: Muhsin AKGÜN

Heyecanlıydı. Stajyer avukat olarak başladığı dava; yüzyılın davası ‘Ergenekon’ olacak ve Türkiye’ye babasının ‘suçsuz’ olduğunu anlatacaktı. Hiç kolay olmadı. Dursun Çiçek’in, ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ başlıklı belgeyi imzaladığı iddia ediliyor, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılanıyordu. Bundan beş yıl önce röportaj için buluştuğumuzda, telefonu, Woody Allen’ın ünlü filmi ‘Vicky Cristina Barcelona’nın müziğiyle çalan İrem Çiçek, bugüne kadar mahkeme salonlarında babasını savundu. Sonunda Ergenekon Davası, Yargıtay tarafından esastan bozuldu. Ona göre asıl her şey şimdi başlıyor.

 

Yıllar önce buluştuğumuzda, “Erken büyümeye niyetim yok” demiştiniz. Pek öyle olmadı değil mi?

- Ben dahil çok sayıda çocuk, genç ne yazık ki erken büyümek zorunda kaldı. Gençliğimizi çaldılar. Size aynı gün, “Bu işin uzun süreceğini düşünmüyorum” demiştim. Ancak ne yazık ki, mücadele ettiğimiz güçler, kuvvetler, organizasyon, çok daha kalabalık, büyük ve her yerdeydi. Yargıda, poliste, iktidarda, askerde geniş şekilde yayılmıştı. Bunları öngörmek o süreçte zordu. Çok kişinin gençliğini bu davalarla uğraşmak zorunda bırakarak, elinden aldılar. 25 yaşındaydım. Bugün 30’um. Onca yıldır bitmeyen bir dosyanın içindeyiz.

 “Her şey bitti” gözüyle bakmıyorsunuz hâlâ...

- Asıl her şey bu Yargıtay kararıyla başlıyor. Zannetmesinler ki, biz bu dosyadan beraat ettiğimizde bu dava bitmiş olacak. Tam tersi. Bu belgeleri kim üretti, kim koydu? Bunların peşindeyiz.

Hayatınızın amacı ne şimdi, o yılların rövanşını almak mı?

- O yılları geri alma ihtimali maalesef yok.

 



 

O kadar genç bir kadın, nasıl bunca ağırlığın altından kalkabildi?

- Kendi kendime savunma mekanizmaları geliştirdim. Bir örnek vereyim. İnsanlara çok tuhaf gelebilir ama anlatacağım. Silivri’ye babamı ziyarete gittiğimde -ki bu haftada iki gün- cezaevinden içeri giriyorum, x-ray cihazlarıyla gözlerim taranıyor. Sutyenin içindeki demire kadar ötüyor,  bunların hepsini çıkararak giriyorsunuz içeri. Oradan çıktığım zaman arabaya bindiğimde müziği son ses açıp, bağıra bağıra şarkı söylüyordum ya da dinliyordum.

Ne dinliyordunuz?

- Bazen yabancı bazen Türkçe müzik oluyordu. Elektronik müzik severim. Bunun sebebi, o an içinde bulunduğum psikolojik etkiyi normal hayatımda dengeleyip, minimuma indirmekti.

 

ZAFER ÇIĞLIĞI, KUMPASI KURANLAR YAKALANDIĞINDA ATILACAK



 

Hiç savruldunuz mu?

- Savrulmak demeyelim ama iki gün içimdeki enerji, umut kayboldu, kendimi dipte hissettim. Bunların birinde babam iddianameyle tekrar tutuklanmıştı. Mahkemede çıkacağını düşünüyordu. Tabii öyle olmadı. Tahliye taleplerine karar ret çıktı. O zaman babam duruşmada “Allahsızlar” diye bağırdı. Ama böyle bir bağırmak yok.

Daha önce babanızı hiç böyle görmemiş miydiniz?

- Hayır... İlk defa öyle gördüm. Babam için arkadaşları, “Sinirleri alınmış” der. Çocukluktan bu zamana babamın böyle bir sesi olduğunu bilmiyorum, hiç böyle isyan ettiğini görmedim. Sıkıştırılmış gibiydi. Sanık kürsüsünde, hiçbir şey yapamıyorum. Tutsan tutamıyorsun, sarılsan sarılamıyorsun. O gün eve döndüğümde çok kötü olmuştum. Babam tahliye olacak diye tüm dostlarımız bizdeydi ve şunu söylüyorlardı: “İrem sen bunu yapma. Sen koyverirsen olmaz...”

En zoru bu olmalı. “İrem sen ağlama, kuvvetli ol, herkese kuvvet ver...”

- Kolay olmadı. Bu davaların tüm ailelerde bıraktığı hasar çok fazla. Ama bana gelene kadar daha kötülerini gördük. Bir örnek vereceğim. Albay Murat Özenalp tutukluydu. 9 yaşındaki kızı Duru, ziyaretine gidiyor.  Cezaevi avlusunda kızıyla top oynamak istiyor. Top oynadığı sırada düşüyor ve beyin kanaması geçiriyor. Bugün aramızda değil. Annesi Sema Teyze güçlü duruyor, “Güçlüyüz” dediğinde bile aklında hep aynı soru var: “Yıllar sonra Duru,  o günün gazetelerini okuduğunda babasının onunla top oynarken beyin kanaması geçirdiğini görünce ne hissedecek?” Bu insanların ailelerinin çoğu ilaç kullanıyor. Antidepresanlarla ayakta duruyor.

 



 

Peki son karardan sonra zafer çığlığı attınız mı?

- Hayır, zafer çığlığını bu kumpası kuranların bir bir ortaya çıktığı gün atacağım.

Kimi affetmeyeceksiniz?

- Sedat Sami Haşıloğlu’ndan tutun (Ergenekon hâkimi) mahkemenin tüm üyeleri, savcı Mehmet Ali Pekgüzel, savcı Zekeriya Öz... Aslında yok yok, geri alıyorum sözümü. Savcı Zekeriya Öz falan affedilmeyecek insanlar değil. Mahkemenin firar eden savcılarını ayrı tutuyorum. Zavallı onlar.

Neden böyle diyorsunuz?

- Ülkelerinde bile barınamayacak haldeler. En yakın zamanda hak ettiğini bulacaklar. Asıl problem, kamuoyuna çıkmayan bu davanın hâkimleri. Affetmeyeceklerimin ikincisi sırasındaysa bu davada bu kadar haksızlık yapıldığını bildikleri halde, karşılığında ne aldılarsa, çıkıp insanlara iftira atabilecek kadar ahlak sahibi olmaktan yoksun gazeteciler var. Bunlar, cemaatin kullandığı isimler. Birinci sırada beni öldüren, tetiği çeken insanı görüyorum. Sonra sırada, hükümet  var. Bunun önünü açtı mı, Zekeriya Öz’e o makam araçlarını verdi mi, verdi.

 

ARTIK SIRA UFAK UFAK AŞKA GELSE FENA OLMAZ!



 

“Kandırıldık” diyorlar.

- Bir hükümet kandırılabilir mi? Sen bugün bundan kandırılırsın, yarın benim başıma ne getireceğin belli değil. Ben sana nasıl güveneceğim? Sen tüm Türk Silahlı Kuvvetleri’nde beşinci ordu kadar adamın içeri atıldığı, Genelkurmay Başkanı’nın bile yargılandığı, çok sayıda gazetecinin yargılandığı davanın “Savcısıyım” diye ortaya atılacaksın, sonrasında “Kandırıldık” deyip, hiçbir şey yokmuş gibi davranacaksın. Bu kabul edilecek bir şey değil.

Yıllar önce röportaj yaptığımızda, “Kardeşimle özel hayatımıza çok dikkat ediyoruz” demiştiniz.  Sonrasında da bu korkuyu yaşadınız mı?

- Aslında pek yaşamadım. Çok kısa sürede bu işi atlattım. Üniversite hayatındaki İrem nasılsa, sonrasında da aynı şekilde devam etti. Korkmanın pek de sağlıklı bir yöntem olmadığını düşündüm.

Telefonunuz ‘Vicky Cristina Barcelona’ filminin müziğiyle çalıyordu. Görüyorum ki değişmiş, ne zaman değiştirdiniz?

- Hatırlamıyorum bile, filmin etkisinden çıktığımda değiştirmiş olabilirim. Şu an çok klasik çalıyor. Bu iyi mi kötü mü bilemedim, klasik olması yani... (gülüyor) İnsan büyüdükçe bazı şeylerden vazgeçiyor herhalde.

Vazgeçtiğiniz şeyler içinde aşk var mıydı? Bu davalar gencecik yaşınızda buna engel oldu mu? Erkekler sizden korktu mu?

- Yaşadıklarımdan çekinecek herhangi birini hayatıma hiçbir zaman almadım. Tam tersine bana destek olacak, beni anlayacak insanlar oldu. Bu davanın götürdüğü çok şey var ama sizin dostlarınızı, gerçek insanları ortaya çıkarması açısından büyük şans. Benim de o şekilde elemeler yapmama, kabullerde bulunmama sebep oldu. İyi de oldu.

 



 

Aşkta ilk sıraya güveni mi koydunuz yani, ne yaptınız?

- Çok önemli çünkü. “Zor günlerde yanında olmak” gerçeğiyle yüz yüze kalmak hayatta herkesin başına gelmiyor. Karakter olarak sıkıntılarımı çok dışarı yansıtan biri değilim. Arkadaşlarım hiçbir zaman ne yaşadığımı fark etmedi. Çok azı beni mutsuz gördü. Bunu bir ‘Süper Mario oyunu’ gibi görüyorum. Çocukken oynuyorduk, engellerden atlıyor, başarılı olursak bitiriyorduk. Ben de birazcık hayata böyle bakmaya başladım. Nelerle karşılaşacağımızın bir garantisi yok. Babam 30 yıl bir kuruma hizmet ettikten sonra, emekli yaşı geldiğinde, sicilinde hiçbir bozukluk yokken böyle bir davanın içine alındı ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılandı. Hayatımızda öngöremediğimiz şeyler oluyor. Yaşadıklarımıza kasvetli yaklaşmamamız lazım. En azından sağlıklıyız, daha da kötüleri var. Hep şükretmek lazım.

Sıra aşka geliyor mu, onu söyleyin?

- Artık ufak ufak gelse fena olmaz. Vakti geldi. Bu davalar süresince bunu düşünemedim tabii. Babam cezaevindeyken bir düğün hayal edemedim.

Düğün noktasına geldiniz yani?

- Evet diyebileceğim noktada olmadım. Bunu evliliğe getirmedik, çok güzel dost kaldık. Şimdi artık hem Deniz (kardeşi) hem ben kendi hayatımıza yöneldik.

 

TEKNEDE YAŞAMAK İSTERDİM



1989 yılında Tuzla’da babasıyla...

 

Hayaliniz ne? 

- Bilmiyorum. “Bugün en iyi ne yapabilirim”, tek düşündüğüm bu. Yarın ne olacağımız belli değil ki... Ama illa bir hayal söyleyeceksek, teknede yaşamak isterdim. Denizin ortasında uyanacaksınız, bir de yanınızda küçük bir köpek. 



Yalnız mı yaşıyorsunuz?

- Evet iki aydır yalnız yaşıyorum. Artık annem yalnız değil çünkü. 

 



 

DAHA YAKINDAN

Alışveriş: Çok seviyorum. Beyoğlu’nda, Kadıköy’de kendine has butikleri seviyorum. Büyük alışveriş merkezlerine nadir gidiyorum. Özgün yerler daha çok hoşuma gidiyor. 

Müzik: Elektronik müzik tutkum var. Son zamanlarda caz dinleyebileceğim yerlere de gidiyorum. 

Film: En son ‘8 Saniye’yi izledim. 

İstanbul: Burgazada’yı seviyorum. Yaz geldiğinde sık gidiyorum. Sahil şahane. Denizin olmadığı yeri çok sevmiyorum. 

Özgürlük: Sözlerimi, eylemlerimi, hayata dair tutumumu korkmadan yaşayabildiğim yer. Kimseye borçlu hissetmeden bağırabilmek: Ben özgürüm. 

  

GÜZEL AVUKATIM BENİM!



CHP İstanbul milletvekili Dursun Çiçek, çocukları Deniz ve İrem Çiçek ile beraber...

 

Babanız ilk ne zaman “Seninle gurur duyuyorum” dedi?

- Hatırlamıyorum, demedi galiba. Bu cümleyi söylemedi ama hep belli etti. “Kanatsız meleğim” der, “Güzel avukatım” der.

‘Güzel avukat’ olmak başınıza dert açtı mı?

- Hayır açmadı. Tam tersi. Bu davalarda mağdur olan çok sayıda insan var. Bir nebze ön plana çıkmamın nedeni, hem kız çocuğu hem avukat hem de görsel olarak iyi fotoğrafveriyor olmamdı. Yoksa bu kadar konuşacak platformu bulabilir miydim, bilmiyorum. 

 

BİR GÜN HERKES SANIKLIĞI TADACAKTIR



 

** Bizim davada hangi hukuk fakültesinin saygın bir hocası kalkıp, “Ne yapıyorsunuz” diye sordu. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” dersen, günün birinde akademisyenler de gözaltına alınır. Sonra da onlara sesini çıkarmayan, bir gün gelir kendini içerde bulur. Türkiye’de “Her canlı ölümü tadacaktır” gibi ‘bir gün herkes sanıklığı tadacaktır’ durumuna geldik. 

** Dün “Ergenekon vardır, darbeciler içeri atıldı” diye manşet atan basın, bugün “Kahramanlar suçsuz” diyor. Adam aynı gazeteyi okuyor. Kadro da değişmemiş ve sorgulamıyor: Evet kandırılmış diyor. Bu benim umudumu azaltan bir şey. 

 

EĞLENMEYİ SEVİYORUM



 

Radyo-sinema okumak istiyordunuz aslında...

- Evet, reklamcılık... Liseyi İskenderun’da okudum. Lisem de eski hapishane bu arada, tesadüfe bakar mısınız? Epey başarılıydım. Sonra üniversite sınavında bir şey oldu, hayatımda ilk kez heyecandan bayıldım. Tam 45 dakika sınavda yoktum. Sınava geri döndüğümde sadece Türkçe-Matematik işaretledim ama nasıl yaptığımı bilmiyorum. Sınıfın gözetmen hocası da yanıma geldi, “Sakin ol, bak ne istiyorsun” dedi. Ağzımdan hukuk çıktı. O puanı da aldım ve Başkent Üniversitesi’nde hukuk okudum. Ankara Üniversitesi’nde de yüksek lisans yaptım. Hukuku sevdim. Bir de hukuk okurken, asosyal olursun derler ya, bana öyle olmadı. RedBull’da çalışıyordum bir yandan. 

Ne yapıyordunuz?

- Pazarlamadaydım. Gayet de eğleniyordum. 

Eğlenmeyi seviyorsunuz...

- Evet, çok seviyorum. 

 



 

Nasıl eğleniyorsunuz?

- İstanbul bu konuda süper. Yetişmek zor. Haftada bir-iki gün arkadaşlarımla dışarı çıkıyorum. Hayatın bir sürü tadı var, onu sevmemek için hiçbir neden yok. 

Her şey bitince Amerika’ya kardeşinizin yanına gidecektiniz...

- Gittim, dokuz ay kaldım. Daha yeni döndüm. Hayatta sıraya koyduğum şeyler var, bu da sıradaydı, yaptım. Hukuk İngilizcesi eğitimi aldım. Asıl amaç kafa dağıtmaktı. 

Avukatlığa devam ediyorsunuz. Hangi davalarda size başvuruyorlar?

- Ceza ağırlıklı geliyorlar. Örneğin kamulaştırma davalarına bakıyorum. Kentsel dönüşüm davalarında mağdur olanlar, daha enteresanı sahte imza davaları çok geliyor. 

Herkesin davasına babanızınkine yaklaşır gibi yaklaşıyor musunuz?

- Her dosyaya şefkat duyma durumu var, evet, ama aslında avukatlıkta böyle yapmamak gerekiyor. Olması gereken bu değil. Sadece kendimi böyle daha rahat hissediyorum galiba. 

YORUMLAR

  • 0 Yorum