İŞTE GÜNÜN KÖŞE YAZARLARINDAN SEÇMELER

Köşe yazarlarının bugünkü gündeminde terör örgütü PKK'nin çözülmeye başlaması, MHP'deki genel başkanlık yarışı, Reza Zarrab'ın ABD'de yargılanması vardı.

İŞTE GÜNÜN KÖŞE YAZARLARINDAN SEÇMELER
28 Mayıs 2016 - 10:58
MHP: Tarih, Divan, Zafer / Ömer Şahin / Meydan



MHP’de ‘kurultay’ kesin ama Genel Başkan Devlet Bahçeli ile ‘muhalifler’in yöntem ve tarih üzerine anlaşmazlığı sürüyor.

Bahçeli 10 Temmuz’da seçimli kurultay diye ‘şah’ çekti.

İmzacılar “Hayır, önce tüzük kurultayı ve tarihi de ‘çağrı heyeti’ belirler” diyor.

Akşener, Aydın, Özdağ ve Oğan’ın kafasındaki kurultay tarihi 19 Haziran.

Tüzüğü değiştirip, engel kalktıktan sonra seçime gitmek istiyorlar.

Hukukun labirentlerinde yapılan ‘taktik savaşı’ bunlar ve boşuna yapılmıyor.

Yarışlı kurultaylarda kuraldır: Seçim salonda kazanılır!

Divan yani kurultay yönetimi kimdeyse o bir değil iki adım öndedir!

Eğer Bahçeli’nin dediği gibi olursa o salon doğal olarak silme kendi taraftarlarınca doldurulacak.

‘Çağrı Heyeti’nin dediği olursa bu sefer 4 adayın taraftarları trübün egemenliğini ele alacak.

Bu o kadar önemli ki salona alınıp alınmamadan sandıkta kullanılan oya kadar bütün süreçleri gözetim altına alabiliyorsunuz.

Kurultayı organize eden hep kazanagelmiştir.

Çarpıcı bir örnek vereyim. Hem de MHP’den…

1987’de siyasi yasağı kalkınca merhum Alparslan Türkeş MHP çizgisinde kurulan MÇP’nin başına geçmişti.

Yıl, 1992. 12 Eylül öncesinin şöhretli ülkücüleri MHP’yi yeniden açmak istedi. 1977 yılının delegelerinin imzaları toplandı. Sadi Somuncuoğlu’nun öncülüğünde tüm hazırlıklar tamamlandı.

27 Aralık sabahı Söğütözü’nde bir salonda yapılacaktı kongre. Sabah 08.00 gibi salona gittiklerinde şoke olmuşlardı. Zira ‘Başbuğ’ Türkeş sabahın 06.00’sında ‘Bozkurtlarıyla’ birlikte salonu basmış, gençler her yerde kontrolü ele almıştı. Türkeş Divan Başkanlığı’nı yaptığı kongrede MHP’nin isim ve 3 Hilal dahil bütün haklarını almıştı.

Gazi Üniversitesi’nde asistan olan Devlet Bahçeli de o mücadelede Alparslan Türkeş’in yanında saf tutmuştu.

Bahçeli yönetimi ile muhalifler arasındaki kurultayı kimin ve nasıl toplayacağı tartışması basit bir usul polemiği değildir.

Ülkücüler kurultayın salonda kazanıldığını iyi bilirler.

Bu konuda mahirdirler. ANAP kongrelerini yıllarca Yaşar Okuyan-Mustafa Taşar gibi ‘ülkücü’ isimler ‘anahtar teslimi’ kazandırmıştır.

 

***



Obama ve başkanlık! / Güngör Mengi / Vatan

Referandum ne zaman?

 

MHP için Yargıtay’dan olağanüstü kurultay kararı çıktıktan sonra Bahçeli “Başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı konusunda AKP Hükümetine vereceğimiz destek, sunacağımız katkı yoktur” açıklaması yaptı.

 

Bu durumda değil Meclis’ten çıkması, referanduma gidilmesi için bile gereken sayıya ulaşılması zor görünüyor.

 

Peki, Ak Parti ilk gündemini nasıl gerçekleştirecek?

 

Diyelim ki 14 oy desteği daha buldular, bu referandum iç ve dışta büyük sorunlarla uğraştığımız, 3 milyon mülteciye Batı’dan yardım alamadığımız, ekonominin de zorda olduğu bir dönemde nasıl ve ne zaman yapılacak?

 

Diğer sorunlara yoğunlaşmak için bu konunun bir an önce çözüme kavuşup, diğer partilere ve halka açıklanması gerekiyor.

 

Bu yapılırken, başkanlık mı yoksa partili cumhurbaşkanlığı mı hedeflenmektedir, “aralarındaki fark” nedir, “yasama-yürütme” yani milletvekili ve bakanlar kurulunu seçmenin yanında “yargıyı da aynı başkanın (ve partisinin) seçmesi, Meclis’i feshetme yetkisi” ne gibi sorunlar getirebilir, “demokrasilerde başka örneği var mı”dır gibi soruların…

 

Cumhurbaşkanı partili olduğu takdirde devlet organları arasında uyumlu çalışmayı gözetme görevi de olan cumhurbaşkanları, partiler arası sorunları gidermede nasıl rol oynayacak gibi soruların da cevaplanması lazım.

 

Televizyonlarda “Başkanlık sisteminde yasama-yürütme-yargı daha net ayrılır, kontrol ve denge sistemleri parlamenter sistemden 10 kat fazladır” şeklinde konuşmalar yapılıyor.

 

Bunların açıklığa kavuşması ülkenin yararınadır!

 

***

 

‘Şehir savaşları’ efsanesinin sonu / Serpil Çevikcan / Milliyet



PKK’nın iddiasına göre Türkiye’de, Suriye’de ve Irak’ta yaşanan çatışmalı süreçte “şehir savaşları” çok önemli bir yer tutacaktı. Hesaplarını buna göre yaptılar.



“Şehir savaşlarını” Kobani olayından sonra neredeyse bir “şehir efsanesine” dönüştüren PKK; Güneydoğu’da da benzer bir etki yaratmak için propagandaya yöneldi.

Güneydoğu’da tüm hazırlıklarını “şehir savaşlarına” göre yaptıklarını son bir yılda yaşananlar da gösterdi.

Çözüm süreci boyunca Diyarbakır’ın Sur ilçesinden başlayıp Nusaybin’e kadar uzanan, en az 15 yerleşim yerinde tahminlerin çok ötesinde bir “tahkimat” yaptıkları anlaşıldı.

Bu süreçte yerel yönetimlerin personelinden ve iş araçlarından yararlanarak, tüneller, hendekler, çukurlar, binalar arası geçişler inşa ettiler, tonlarca patlayıcı yığdılar, bombalı araçlar, tuzaklar hazırladılar ve ev ev, sokak sokak çatışmayı başlattılar.

Terör örgütünün dağ kadrosundan takviyeler getirdiler.

Kobani’deki deneyimlerini ve IŞİD’den öğrendiklerini Güneydoğu’nun ilçelerinde, mahallelerinde, sokaklarında uyguladılar.

Kobani’deki gibi sonuç alabileceklerini düşündüler ve tüm güçleriyle “şehir savaşlarına” yüklendiler.

Ancak sonuç alamadılar.

Güvenlik güçlerinin geçtiğimiz temmuz ayından bugüne kadar sürdürdüğü mücadele sonucunda Güneydoğu’da açtıkları cephede büyük kayıplar verdiler ve “Çekiliyoruz” açıklaması yaptılar.

Son olarak Nusaybin’de görüldüğü gibi büyük gruplar halinde güvenlik güçlerine teslim olmaya baladılar.

Kandil’in “şehir savaşlarına” girerken Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, hükümetin, askerin ve polisin bu mücadeledeki kararlılığını öngöremediği anlaşılıyor.

Nitekim Kandil’i yöneten Murat Karayılan ve Cemil Bayık bunu tahmin edemediklerini açıkça ifade ettiler.

PKK’nın “şehir savaşları” efsanesi Güneydoğu’da yaklaşık bir yıllık bir süreç sonunda çöktü.

PKK geride harap olmuş ilçeler, evsiz barksız kalmış yöre halkı bırakmış oldu.

Yanlış hesaplarından biri de yöre halkının sokak çatışmalarına katılacağı, PKK’ya destek olacağı ve silahlı çatışmanın bir “iç savaş”a dönüşeceği, kaos ortamında devlet otoritesinin etkisiz kalacağıydı.

Böyle olmadığı gibi aksine canından bezen yöre halkından tepki görmeye başladılar.

Evlerini terk edenler PKK’ya, Kobani’ye, Kamışlı’ya doğru değil, şehir merkezlerine, Anadolu’nun içlerine, Batı’ya doğru göç ettiler.

Kobani’deki koşullarla, Güneydoğu’daki koşullar; Suriye’deki merkezi yönetimle, Ankara arasındaki farkı göremediler.

Bu sonucun PKK içinde şehir savaşları taktiğini savunan ve uygulayanlar açısından bir iç tartışmayı tetiklemesi muhtemeldir.

ABD ile yaptığı işbirliği nedeniyle Suriye’de askeri ve siyasi güç kazanan PKK/PYD, Güneydoğu’da büyük güç kaybetti ve ilçelerde tutunamadı.

Bundan sonra ne olabilir?

Ankara’da terör uzmanlarının bu soruya verdikleri yanıt, “PKK’nın örgüt tabanına moral vermek, etkili eylem yapabilecek güç ve yeteneğini kaybetmediğini kanıtlamak için akıl dışı, reaksiyoner saldırılar yapmaya yönelebilecekleri yolunda.

İstihbarat ve güvenlik birimleri ise PKK’nın bu tür eylem arayışlarını önleme konusuna yoğunlaşmış durumda.

 



***



ABD gibi dosta ne demeli / Akif Beki / Hürriyet



RAKKA'yı IŞİD'den almak için ABD özel kuvvetleriyle YPG güçleri birlikte hareket ediyor.

Bu, Türkiye için başlı başına yeterince rahatsız edici bir durum.

 

Fakat yetmezmiş gibi, ortak operasyona katılan Amerikan askerleri, kamufle olmak için üniformalarına YPG arması takmasın mı! Üstüne tüy dikmekten farksız.

 

Görüntüleri ortaya çıktı.

 

Kamuflaj amacıyla dahi olsa yadırgatıcı. Ankara için hazmedilecek, içe sindirilecek cinsten değil. Bunu biliyor olmaları gerekirdi.

 

Bildiklerine de kuşku yok. Türkiye üzerinde nasıl bir hayal kırıklığına yol açacağını bile bile yaptılar.

 

Fakat, buna verilecek tepki bağırıp çağırmak şeklinde mi olmalı?

 

Beklenmeyecek bir görüntü müydü, aslında hayır.

 

Washington, Ankara’nın bütün baskı ve ısrarlarına rağmen YPG’yi, PKK’yla bir tutmaya yanaşmadı ki hiç.

 

İkisini ayrı tutuyorlar.

 

YPG’ye gelince Türkiye’nin sıkıntısını anlamaza yatıyor, hassasiyetini hiçe sayıyorlar.

 

Ankara, dost ve müttefiki Amerika’ya, YPG’nin de tıpkı PKK gibi bir terör örgütü olduğunu ne yaptı ne ettiyse kabul ettiremiyor.

 

IŞİD’e karşı YPG’yle işbirliği yaptıklarını saklamıyorlar.

 

YPG onlar için, IŞİD’le savaşta kullanabilecekleri yerel bir müttefik, hazır bir piyade gücü.

 

Bu yolla, kendi askerlerinin canını tehlikeye atmadan kara ordusu ihtiyacını karşılıyorlar.

 

 

Obama yönetimini, YPG ile Türkiye arasında bir seçim yapmaya zorladık daha evvel.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘ya biz ya onlar’ dedi.

 

Fakat istenen sonucu vermedi.

 

‘Nuh’ dedi, ‘peygamber’ demediler.

 

‘YPG silah arkadaşımız’ dedi de ‘PKK’nın uzantısı bir terör örgütü’ demediler.

 

Ne Türkiye’den ne YPG’den vazgeçtiler.

 

YPG’nin, Kandil’in sözünden çıkmadığını, PKK’nın ana karargâhı tarafından güdüldüğünü bilmez olurlar mı? Adları gibi biliyorlar.

 

Kendi kararlarını kendi verebilen bağımsız bir aktör olsaydı Türkiye de YPG’yle iş tutardı.

 

Amerikalılar bu gerçeğin de farkında.

 

Ancak konjonktürel askeri ihtiyaçları sebebiyle şimdilik PKK’yle YPG arasındaki bağı görmezden geliyorlar.

 

YPG’yi Türkiye’ye tercih ettiklerinden değil. Buna, dost ve müttefikler arasında yaşanabilecek doğal bir görüş ayrılığı diye bakıyorlar.

 

Türkiye’den de bu konuda kendilerini sıkıştırmayı bırakıp anlayış göstermesini istiyorlar.

 

 

Alternatifimiz ne peki?

 

ABD ile ilişkilerimizi riske atma pahasına bastırmaya devam etmek mi?

 

PKK’nın, Suriye’de gönüllü askerlik hizmeti karşılığında ABD ile ilişkilerimizi rehin almasına izin vermek mi?

 

Tercih bize kalıyor.

 

Türkiye, az daha ABD gibi vazgeçemeyeceği bir müttefikini, YPG gibi çelimsiz bir örgüte kaybediyordu.

 

İpler, gerile gerile ‘inceldiği yerden kopma’ noktasına kadar gelmişti.

 

ABD’nin, Türkiye’yi gözden çıkaramayacağına, bizi gücendirmeyi göze alamayacağına güvenerek epey yüklendik.

 

Vazgeçilmezliğimize oynamayı denedik.

 

Pragmatik tavırlarını değiştirmediler.

 

İkiyüzlülükle, çifte standartla, dostluğa sığmayacak bir politika izlemekle suçladık. Tınmadılar, oralı olmadılar bile.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD seyahati sırasında, baktık olmuyor, gerilimi düşürdük, tansiyonu gevşettik bu sefer.

 

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Sırf YPG konusunda farklı düşünüyoruz diye ABD’yle küsecek değiliz” dedi. Havayı yumuşattı.

 

 

Fakat dün başa döndük.

 

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, ne “Neymiş efendim, kendi güvenliğini sağlamak içinmiş”ini bıraktı... Ne “Bu çifte standarttır, bu ikiyüzlülüktür”ünü...

 

Yerden göğe haklıydı. Allah var, iç rahatlatmak bakımından lafı da güzel oturttu.

 

Yine de soru şu; ağızlarının payını vermenin bir faydası dokunacak mı?

 

Hani YPG konusunda anlaşamıyoruz diye küsmeyecektik ya...

 

Herhalde PKK’nın, ABD’yle ilişkilerimizin önüne hendek kazmasına fırsat verecek değiliz.

 

Herhalde dünyayla münasebetlerimizi, YPG’nin elinde rehin bırakacak değiliz.

 

Bir terör örgütü, hem de bütün Batı’yla ilişkilerimizi krize sürüklüyor.

 

Yok mudur bizi bu cendereye sıkışmaktan kurtaracak ‘oyun değiştirici’ bir diplomatik manevra?

 

***



Emine Hanım hesap lütfen! / Necait Doğru / Sözcü



İran devlet sözcüsü “Dağıttığı rüşvetler İran'dan çalınmış paraydı” dedi. Türkiye'de kalsa İranlı ajanlarca öldürülecekti.

Reza, Amerika'ya kaçtı.

Hapiste hesap veriyor.

Emine Hanım!

Siz de ATV'de, NTV'de, HABER-TÜRK'te, TGRT'de, TRT'de, hepsi sizin ağzınıza bakıyor, çıkın ekrana, hesap verin.

Ne oldu 7 milyon dolar?

Halk bilsin!

Bilip de ne yapacak?

Bu ayıp, leke, kir, çürüme, günaha batma, itibar yitirme nasıl kapanacak? Sizin derneğinize (TOGEM-DER) 7 milyon dolar bağış gönderen ve Cumhurbaşkanı'nın “hayırlı işadamı” diye toz kondurmadığı Reza Zarrab için Amerikalı Savcı, “Biz bu adamı kefaletle serbest bırakmayalım. Bırakırsak Türkiye'ye kaçarsa iadesi mümkün değil. Rüşvetle işini görür. ABD adaletine önerdiği 50 milyon dolar kefalet parası, sadece 2013 yılında Türkiye'deki siyasetçilere dağıttığı rüşvetin üçte biri kadar…” diyor.

Savcı böyle diyor.

Emine Hanım!

Siz ne diyorsunuz?

Bir sözünüz olmalı.

Kim aracı oldu?

Kim bu adamı buldu?

Aranıza kim soktu?

Hiç aklınıza gelmedi: Bu adam derneğimize 1 milyon değil- 2 milyon değil- 5 milyon değil- 7 milyon dolar bağış gönderiyor. Bu adam uçağı ile bakanları eşleri, oğulları, gelinleriyle birlikte umreye ibadete götürüyor. Bu kadar parayı nereden, nasıl, ne yaparak kazanıyor ki, bize de bol kepçe bağış sunuyor?

Bağışlar tatlı geldi.

Üzümü yediniz.

Bağını sormadınız.

Reza'nın rüşvetle beslediği eski bakanlarınızdan Egemen Bağış'ın eşi Reyhan Bağış'ı da derneğinizin yönetimine aldınız.

Kadın kıtlığı mı vardı?

Niçin Reyhan Bağış?

Yöneticiliğe kıran mı girdi?

Adında “bağış” var.

Bunun için mi Reyhan Bağış?

Emine Hanım!

Derneğinize Reza Zarrab'ın “hayırlı bağışlar yaptığı” bilgisini önce internet sitenize koyuyordunuz.

ABD'de tutuklandı.

Davası başladı.

Kefalet dilekçesi yayınlandı.

Derneğinizin adı.

Ve sizin isminiz.

Ve Cumhurbaşkanının ismi.

İddianameye girdi.

Rüşvetçi Reza ile anıldınız.

Sitenizi kapattınız.

Niçin?

Utanılacak bir işse neden Reza'dan bağış kabul ettiniz, kirli bir iş değilse neden sitenizi halka kapattınız?

Emine Hanım!

Amerikan savcısının “iddianameye koyduğu bilgilerden” okuyoruz.

Çok net anlatıyor.

Bir ten içinde.

İki ayrı Reza var.

Rüşvetçi Reza.

Bakanlara rüşvet yedirmiş.

Bağışçı Reza.

Derneğinize bağış yağdırmış.

Ne hikmetse!

En yüksek bağışı!

Size yağdırmış!

Emine Hanım!

O yoksul kızlar.

O ceylan bakışlılar.

Garipler.

Çok fakirler.

Evlenecekler.

Çeyizleri bile yok.

Çeyizi olmayan kızlar.

Siz derneğinizi, “çeyizi olmayan evlenecek kızlara çeyiz yardımı yapmak için” kurmuştunuz. Sonra; yoksul aile çocuklarına okul öncesi ana sınıfı açmaya başladınız.

Korundunuz.

Kollandınız.

Bağışlar aldınız.

Tüm Türkiye'ye yayıldınız.

En büyük bağışı!

Rüşvetçi Reza'dan aldınız.

Emine Hanım!

O ceylan kızlara!

O yoksul çocuklara!

Hesap lütfen.

 

***

 

PKK çözülüyor mu? / Kurtuluş Tayiz / Akşam



PKK ile ilgili bugüne kadar oluşturulan en büyük algı, örgütün asla bitirilemeyeceği ve yenilemeyeceği algısıdır. Bu yüzden de gazetelerde, teslim olan PKK’lıların, operasyonlarda öldürülen örgüt mensuplarının sayısına dair çıkan haberler ne olursa olsun; Kandil hangi darbeyi alırsa alsın, bu algı bir türlü kırılamıyor.

PKK’nın bitirilemezliği veya yenilemezliğiyle ilgili hâkim algı, aslında örgütün arkasındaki dünya desteğinin süreklilik arz etmesinden kaynaklanıyor ve o akıldan besleniyor. Dış ve onun uzantısı olan iç destek, bu algının hep canlı kalmasını ve devamlılığını sağlıyor.

Devlet aklı, PKK’yı bitirmeye dönük samimi, kararlı ve emin adımlar atarken; PKK’nın Türkiye’de sona yaklaştığına dair somut veriler bulunurken; onun bitmesine ve bir belanın ülke sınırlarından defedilmesine geçit vermeyen şey, zihinlerde PKK’ya dair yaratılan süreklilik ve ebedilik algısıdır.

Dünya sistemi, doğmasına ve yayılmasına önayak olduğu PKK’yı, bugün daha da güçlendirerek Suriye ve Irak’ta devletleştirmeye çalışıyor. Ardından, bu planı Türkiye’de uygulamaya koyacak. Türkiye’yi ve bölgeyi dizayn etmek maksadıyla uluslararası bir proje biçiminde oluşturulan PKK’yla ilgili, “bitirilemez ve yenilemez” algısının bu kadar güçlü olmasının temel nedeni işte budur.

Çatışmaların başladığı 24 Temmuz 2015’ten bugüne 483 şehit verildi. 2 bin 859 güvenlik görevlisi de yaralandı. Buna karşılık 2 bin 583’ü yurtiçinde olmak üzere toplam 4 bin 949 PKK’lı etkisiz hale getirildi. 747’si de yaralandı. 1382’si ise sağ ele geçirildi veya teslim oldu.

Bu sayılar neyi ifade ediyor? Rakamların abartıldığını iddia edenler olsa da son 40 yıldır etkisiz hale getirilen teröristlerin sayısı; Türkiye’nin kolay kolay kendisini kurtaramayacağı, teröristleri fazlasıyla etkisiz hale getirse dahi, süreklilik arz eden bir terör belasıyla boğuşmak zorunda kaldığını ve kalacağını gösteriyor.

 

***



Amerika ve Avrupa'yı ikiyüzlülükle suçlayacağınıza İncirlik'i kapatın! / Can Ataklı / Korkusuz



Dünya Suriye'deki IŞİD terörüne ve vahşetine karşı artık daha kararlı biçimde mücadele ediyor.

Amerikan güçleri hemen sınırımızın dibindeki Rakka'ya karadan ve havadan operasyon yapıyor.

Amerikan güçlerine Avrupalı müttefikleri de destek oluyor.

Ancak Amerika'nın Rakka'daki en önemli müttefiki PKK'nın uzantısı olduğu bilinen PYD güçleri.

PYD'liler Amerikan askerleriyle Rakka'da omuz omuza çarpışıyor.

Bölgeden IŞİD'li teröristlerin temizlenmesi an meselesi haline geldi.

Amerika'nın Rakka'da PYD güçlerini “kara harekâtındaki destek” olarak kullanması doğal olarak iktidarı rahatsız etti.

Çünkü AKP iktidarı PYD'yi terörist olarak kabul ediyor ve Amerika'nın PYD ile birlikte hareket etmesini şiddetle eleştiriyor.

Amerika ise Türkiye'nin “Terörist olan PYD'yi mi yoksa bizi mi tercih ediyorsun?” sorusuna ilk günden bu yana “PYD” cevabını veriyor.

Erdoğan'ın “Binali Yıldırım adına kurdurduğu” hükümet ilk Milli Güvenlik Kurulu toplantısını yaptı. Genelkurmay Başkanı ve diğer kuvvet komutanlarının da imzaladığı sonuç bildirisinde PYD ile yakın ilişki kuran Amerika ve Avrupa ikiyüzlülükle suçlandı, bunun kabul edilemez olduğu belirtildi.

Ardından Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu “çok sert” bir açıklama yaptı.

Çavuşoğlu şunu söyledi; “Telefonda Sayın Obama, Sayın Kerry, bize YPG'nin, PYD'nin güvenilir olmadığını söyleyecek ve terörle mücadelede Türkiye'nin yanında olduğunu söyleyecekler. Sonra Ankara'daki iki saldırının sorumlusu terör örgütünün armalarını takacaklar. Neymiş efendim, kendi güvenliğini sağlamak içinmiş. O zaman onlara tavsiyemiz Suriye'nin diğer bölgelerine gittikleri zaman DAEŞ'in, El-Nusra'nın, El-Kaide'nin armasını taksınlar, Afrika'ya gittikleri zaman da Boko Haram'ın armasını taksınlar. Biz bu terör örgütleriyle YPG'yi aynı görmüyoruz diyenlere cevabımız, ‘Bu çifte standarttır ve iki yüzlülüktür' olur.”

Bu tavır ve sözler doğru mu?

Elbette doğru. Kim olursa olsun Türkiye'nin gururuyla oynayamayacağı gibi ulusal güvenliğini de tehlikeye atamaz.

Ancak saray ve hükümet arkasına askeri de alıp “çok sert kınama mesajları” yayınlamanın ötesinde de bir yaptırım uygulamalı.

Amerikan askeri Rakka'da PYD'li teröristlerle birlikte savaşıyor ve hatta Amerikan askerleri kollarına PYD arması da asıyor ama asıl lojistik desteklerini Türkiye'deki üslerden alıyor.

Amerikan askerinin Rakka'daki güvenliği başta İncirlik olmak üzere Erhaç ve bölgedeki diğer havaalanlarından kalkan Amerikan uçakları tarafından sağlanıyor.

Hükümet kendi halkına “bidon kafalı” muamelesi yaparak Amerika ve Avrupa'yı güya sert açıklamalarla kınamak yerine örneğin İncirlik üssünü kapatarak tavrını göstermeli.

Suriye'deki PYD teröristlerini koruyan Amerikan uçaklarının Türkiye'den kalkmasına izin verip sonra “Bu işbirliği kabul edilemez” demeniz sadece dünyayı kendine güldürür o kadar.



***



Masum değilsin, o şantajcıları tanıyorsun! / Ahmet Kekeç / Star



Küçük bir hafıza kaybına uğramış.

Hatırlamıyormuş. Erdoğan’ın, güya Baykal’a ait kaseti izlerken çekilmiş görüntülerini kimin getirdiğini hatırlamıyormuş.

Kemal Kılıçdaroğlu’ndan söz ediyorum.

Detaya girmeden önce konuyu hatırlayalım:

Deniz Baykal, katıldığı bir televizyon programında, “Size göre kaset komplosunda cemaat parmağı var mı?” sorusu üzerine şöyle bir açıklama yapmıştı: “Bir şey söylemek için elde kanıta ihtiyaç var. O günkü yüksek siyasi iradenin talimatı, onayı, kararı olmadan böyle bir iş yapılamaz. Ben bu kanaatimi ilk gün söyledim, bugüne kadar o kanaatimi değiştirecek hiçbir somut gelişme sağlanamadı. Gizli tanık ifadeleri gibi iddiaların doğru olmadığını ben biliyorum. Bununla ikna

olmuyorum. İkna olmaya hazırım. Hükümet somut bir şey getirsin. Cemaat demekle olmuyor. Ya bir itirafçı ya da bir delil bulsun. Bu konuyu aydınlatacak iki isim vardır. Biri zamanın başbakanıdır. Bir de Sayın Kılıçdaroğlu’na sorulsun. Çünkü o, Başbakanın o kaseti seyrederken görüntüsünü izlediğini söyledi. ‘Gözlüğünü takıp’ diye anlattığı, gördüğünü iddia eden ana muhalefet partisi başkanı var...”  

İki ismi işaret ediyordu Baykal:

Biri dönemin Başbakanı Erdoğan, diğeri Erdoğan’ın o görüntüleri izlediğine dair görüntüleri izlediğini söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu.

Deniz Baykal’ın zikretmediği (ya da zikretmekten çekindiği) üçüncü bir odak vardı: Pensilvanya.

Çünkü malum kaset ortaya çıkar çıkmaz, Pensilvanya’daki zat, “Bu durumun cemaatimizle bir ilgisi yok” demeye getiren bir açıklama yapmış, Baykal’ı temin yoluna gitmişti. Baykal da gayet mutlu bir şekilde şu açıklamayı yapmıştı: “Hocaefendi beni aradı, bu konunun bizimle bir ilgisi yok dedi. Kendisine müteşekkirim.”

Bizi bu yazı bağlamında, şimdilik, Baykal’ın işaret ettiği ikinci isim, yani Kemal Kılıçdaroğlu ilgilendiriyor. Çünkü, kasetçilerle ilişkisini itiraf etmişti.

Şöyle demişti: “Ben gözlerimle gördüm. Erdoğan’ın bir değil, birden fazla kaseti izlediğini gördüm. Kendisine o kasetleri servis edenler, aynı zamanda Erdoğan’ı da videoya alıyor. Bana böyle bir kaset olduğunu söylediler, getirdiler, önüme koydular, ben de izledim.”

Baykal’ın işareti ve Kılıçdaroğlu’nun itirafı üzerine, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Çünkü üç hususun aydınlığa kavuşturulması gerekiyordu:

BİR- Baykal’a komplo kuran şebeke, aynı zamanda Erdoğan’ın bu görüntüleri izlerken videosunu çekmiş. Kılıçdaroğlu’nun ifadelerinden bu sonuç çıkıyor.

İKİ- Kılıçdaroğlu, Baykal kumpasından sonra Erdoğan’ın görüntülerini kaydeden şahıslarla yahut bu şahıslara yakın olan kişilerle bir araya gelmiş, kapalı kapılar ardında bir görüşme gerçekleştirmiş.

ÜÇ- Kılıçdaroğlu’na kendisine bu görüntüleri getiren kişileri tanıyor.

Bir önceki yazımda da sormuştum.

Kim bu “görüntüleri getirenler?”

Kılıçdaroğlu niçin açıklamıyor bu isimleri?

Niçin kaset komplosunun failleriyle irtibatlı olduğu belli bu kişileri koruma yoluna gidiyor?

Niçin bu kişiler hakkında suç duyurusunda bulunmuyor?

Bu soruları sormuş, Kılıçdaroğlu’nu atalete iten üç ihtimalden söz etmiştim: Ya yalan söylüyordu, ya “komplocular”la ortak çalışıyordu, ya da “olmayan” görüntüler üzerinden Erdoğan’a şantaj yapıyordu.

Beklenen oldu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir soruşturma başlattı. Kılıçdaroğlu’nu da “tanık” olarak ifadeye çağırdı.

Kılıçdaroğlu, önce ifadeye gitmeyeceğini söyledi, sonra da avukatı aracılığıyla yazılı bir ifade gönderdi.

Hatırlamıyormuş.

Kendisine o görüntüleri getiren kişileri hatırlamıyormuş.

Bu gibi durumlarda, genellikle, “karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar” deyişi hatırlatılır ama Kemal Bey’in yaşadığı hafıza kaybını bu deyişle açıklamak, onu “masum” göstermek anlamına gelir.

Çünkü Kemal Bey masum değil.

Hem o görüntüleri getiren kişileri tanıyor, hem de onlarla teşrik-i mesai halinde.

 

***

 

Allah memlekete hırsızın hayırlısını versin kardeşim / Yılmaz Özdil / Sözcü



(New York federal savcısı Preet Bharara'ya iletilmesi ricasıyla, United States Attorney's Office, 1 st. Andrew's Plaza, New York City)

Sevgili Preet…

Hayırsever rıza bey'i tutuklayarak bizleri rencide ettiğin yetmiyormuş gibi, hayırsever rıza bey'in bizim bakanlarımızı rüşvetle satın aldığını açıklayarak kalbimizi kırmaya devam ediyorsun.

Sanırım anlamadığın şu…

Sizin gibi geri kalmış ülkelerde yadırganabilir ama, bizim gibi ileri demokrasilerde rüşvet ayıp değildir. Hele ki rüşvet veren kişi hayırseverse, pek takdir edilir. Hatta, hapisten çıkar çıkmaz hükümetimizin bakanları tarafından törenle plaket bile verilir.

Bak mesela… Bizim gibi ileri demokrasilerde hayır işi nasıl yapılır? Vakıfla yapılır. Bu ülkenin hükümeti, hayırlara vesile olması için 2008 senesinde Vakıflar Kanunu hazırladı. Hırsızlık, dolandırıcılık, hileli iflas, üçkağıtçılık, haysiyetsizlik, şerefsizlik, adilik, namussuzluk gibi suçlardan mahkum olan kişilere “vakıf kurma imkanı” tanındı iyi mi!

“Kardeşim, hırsızlık parasıyla vakıf olur mu?” diye sorulduğunda, bu hükümetin başbakan yardımcısı çıkıp ne dedi biliyor musun? “Hırsızlar ya da dolandırıcılar hayır işi yapmak istiyorsa, sen yapamazsın deme hakkımız olmadığı inancındayız” dedi.

Sen daha neyin hesabını soruyorsun?

Belki utanırsın diye yazıyorum… Hayırsever rıza bey'in el konulan paraları faiziyle iade edildi, tekerlekli bavulla sürüklene sürüklene zorla taşınan o paraları, hayırlara vesile olması için Kızılay'a bağışladı, Kızılay da kabul etti… Okuyunca yüzün kızardı di mi?

Sevgili Preet…

“Milletin orasına koyacağız” diyen havuzcu müteahhit, ilahiyat fakültesi yaptırdı bu memlekette.

Daha dün bizim diyanet'e “hırsızlık, kumar, fuhuş, uyuşturucu gibi haram parayla yapılmış camide namaz kılınır mı?” diye sordular, bizim diyanet de fetva verdi, “caizdir” dedi. Sen daha ne konuşuyorsun?

Vay efendim neymiş, kefaletle bırakırlarsa Türkiye'ye kaçarmış, bizim siyasilere rüşvet vererek saklanırmış filan… Niye saklansın ki birader? Havalimanının VIP kapısında davul zurnayla karşılayıp, “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye tezahürat yapmazlarsa, sana söz veriyorum, türgev'e bağışta bulunurum.

Özetle Preetçiğim…

Kınıyorum seni.

Gel vazgeç şu inadından.

Takalım sana bi Patek Philippe kol saati, salıver hayırseverimizi.

 

***

 

PYD geriliminde bilmediklerimiz / Murat Yetkin / Hürriyet



Amerikalı komandoların Suriye'de omuzlarında YPG armasıyla çekilmiş fotoğraflarının yayınlanmasına Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu sert tepki gösterdi, malum.

ABD’yi “ikiyüzlülükle” suçladı, o zaman neden IŞİD arması da takmadıklarını sordu ve “bu kabul edilemez” dedi. Hükümet hem Ankara, hem de Washington’da diplomatik girişimde bulundu, protesto etti.

 

Oysa AK Partili Naci Bostancı’nın CHP ve MHP’den gelen tepkilere karşı cevabı Çavuşoğlu kadar sert olmadı.

 

Bostancı’ya göre ABD askerleri “kamuflaj amaçlı” bir stratejinin parçası olarak o armaları takmış olabilirlerdi; Bostancı adeta makul bir gerekçe arıyor gibiydi açıklamak için.

 

Bostancı bu açıklamasıyla Çavuşoğlu’dan çok, bir gece önce Washington’da soruları cevaplayan Pentagon sözcüsü Peter Cook’un çizgisine yakın duruyordu sanki.

 

Cook da Amerikan Özel Kuvvetlerinin çatışma alanlarında bazen kendilerini gizlemek için başka armalar taşıdıklarını, bunun yaygın uygulamaları olduğunu söylemişti.

 

Belli ki Çavuşoğlu’nun protestosu ardından bu defa resmen Amerikan ordusundan değil, ama ABD önderliğindeki IŞİD’e karşı koalisyondan bir gönül alma açıklaması geldi; söcü Steve Warren, Amerikalı askerlerin YPG arması taşımaya talimatı almadığını ve bunun uygun olmadığını söyledi, Konuşacaklardı.

 

Evet, hükümet neredeyse bir yıldır, PKK’nın diyalogu koparıp eylemlere başladığından bu yana ABD ve diğer müttefiklere PYG/YPG’nin PKK’dan farkı olmadığını, onun Suriye’deki uzantısı olduğunu, IŞİD’e karşı da olsa onlarla işbirliği yapılmaması gerektiğini söylüyor.

 

Bunu sadece Türk yetkililer söylemiyor. Mesela ABD’nin eski Şam büyükelçisi Robert Ford da söyledi geçenlerde.

 

Ama ABD Başkanı Barack Obama görülüyor ki bu itirazlara pek aldırmıyor.

 

Türkiye’nin Kürt devleti endişesiyle “Ya sonra?” yaklaşımına karşın, ABD’nin yaklaşımı “Ona sonra bakarız” şeklinde ve Suriye çatlağı, tıpkı 2003’teki Irak çatlağı gibi büyüyor.

 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir yandan PKK/PYD konusunda gayet kararlı görünüyor, diğer yandan da ABD ile köprüleri atmak istemiyor; 2003’te ilişkiler dibe vurduğunda toparlamak hiç de kolay olmamıştı, bunu en iyi Cüneyd Zapsu bilir.

 

Zaten ortaya çıkan tabloda bazı tuhaflıklar, PYD geriliminde bilmediğimiz bazı karanlık noktalar olabileceğini düşündüren unsurlar var.

 

Mesela, Amerikalı komandonun omuzundaki arma PYD’nin askeri gücü YPG’ye ait değil, kadın militanlardan oluşan YPJ’ye ait. Yani sanki sahada IŞİD’e karşı koruma sağlama amacıyla takılmamış da Türk (ve diğer) kamuoyuna PYD’lilerle birlikte savaştıklarını göstermek amacıyla bir yerden rastgele bulunup takılmış gibi duruyor.

 

Bu yönüyle mesela Ankara’ya Türk topçusunun YPG’yi vurması halinde Amerikalı askerlerin de ölebileceği mesajını da veriyor olabilir mi? Kesinlikle evet diyebilmek için elimizde yeterli bilgi yok ama neden olmasın?

 

İkincisi, ABD’nin Merkezi Komutanlık (CENTCOM) komutanı Orgeneral Joseph Votel, 20 Mayıs’ta Suriye topraklarına yaptığı ve orada YPG ile YGP’nin ağırlığındaki Suriye Demokratik Güçleri cephesi ile temaslarında ne dedi? Dedi ki, elimizde IŞİD’e karşı kullanacağımız, savaştırabileceğimiz başka bir kuvvet yok, o yüzden YPG ile devam; ve işte devam ediyorlar. Üstelik Votel Suriye’den Türkiye’ye geçti ve Ankara’da Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Gürel ile görüştü, açık oynuyorlar yani.

 

Üçüncüsü, Votel Suriye’ye geçmeden bir gün önce, 19 Mayıs’ta Irak’ta, Bağdat’ta idi. Orada Amerikalı ve Iraklı askerlerle Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı başlanacak ortak bir harekatın toplantısını yaptı.

 

Çünkü ondan da bir gün önce, yani 18 Mayıs’ta önemli bir telefon görüşmesi vardı, bütün bu zincirleme trafiği başlatan.

 

Obama 18 Mayıs’ta Erdoğan’ı aramış ve 1 saat 10 dakika boyunca bütün bu konuları konuşmuşlardı.

 

Sonra mı?

 

Sonra birkaç şey oldu.

 

Mesela bir yandan Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abidin Ünal’ın bizzat katıldığı operasyonlar yapıldı Irak’taki PKK kamplarına.

 

Diğer yandan İncirlik’ten kalkan ABD ve diğer müttefik uçaklar Suriye’de, Türk sınırının hemen ötesindeki IŞİD mevzilerini vurmaya başladı.

 

Sonra, 23 Mayıs’ta Efes 2016 askeri tatbikatı başladı İzmir’der, Foça’da. Bu tatbikata Türk ve ABD askerleri dışında oldukça geniş yelpazede ülke birliği katılıyor. İngiltere, Almanya, Suudi Arabistan, Katar, Pakistan, Polonya ve Azerbaycan birlikleri ay sonuna kadar ortak harekat tatbikatında olacaklar.

 

Sonra 25 Mayıs’ta NATO’nun Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Orgeneral Michael Scaparrotti, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ı ziyaret etti. Görevi aldıktan sonra ziyaret ettiği ilk başkentti ve bütün bu konular konuşuldu.

 

Sonra, 26 Mayıs’ta, yani Fransız Haber Ajansı AFP’nin o fotoğrafları servise koymasından birkaç saat sonra Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplandı.

 

Toplantıda, PYD’nin Paris (Fransa), Berlin (Almanya, Stokholm (İsveç) ve Prag’da (Çekya)  temsilcilik açmasına izin verilmesi dostluk ve müttefikliğe uymayan davranış olarak kınandı. ABD’ye bir şey söylendi mi MGK bildirisinde? Hayır, söylenmedi.

 

Özeti şu: ABD ile yaşanan PYD gerilimi hakkında henüz bilmediğimiz şeyler var. Olan bitenleri 18 Mayıs’taki Obama-Erdoğan görüşmesinden bağımsız olduğunu düşünmek safdillik olur.

 

YORUMLAR

  • 0 Yorum