Sorun kanunlar değil uygulamada

MHP’nin af teklifine sıcak bakmayan AK Parti’nin düzenlemesindeki ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Peki bu değişiklikler ne getirecek? Af hangi koşullarda tartışılmalı?

Sorun kanunlar değil uygulamada
19 Kasım 2018 - 10:16

“Sorun kanunlarda değil, uygulamada” diyen İstanbul Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Adem Sözüer akademisyenlere yönelik göz altıları da değerlendirdi: “Yetkili makamlar hukukun gerektirdiği şekilde, zamanında ve etkin müdahale yapmaz ise, işte o zaman "provokasyonlara" uygun zemin doğar.”



Sorun kanunlar değil uygulamada2004’te Türk Ceza Hukuku reformu yapıldı. Siz de mimarlarındandınız. TCK’nın yeni bir reforma ihtiyacı var mı?


 


Bütün toplum kesimlerinin katıldığı bir reformdu bu. O zaman AB sürecindeki birçok ülkenin yaptığından çok daha kapsamlı bir reform. Sorun şurada: Uygulayabildik mi? Bu reformun en büyük talihsizliklerinden biri özel yetkili mahkemelerde paralel yapının kumpas davalarıdır. Bu kumpas davaları, reforma büyük bir darbe vurdu. Şimdi biz bu darbenin artçı sarsıntılarını yaşıyoruz. Devamında çok büyük sarsıntı; 15 Temmuz kanlı darbe girişimi geldi. Bu da Türkiye’yi tümüyle sarsan bir darbe oldu ve bundan sonra tekrar toplumun ve devletin kendisine gelip, bir hukuk devleti, bir hukuk toplumu olması yolunda bir uğraş vermesi gerekiyor ve veriyor. Ancak burada da şöyle bir sorun ortaya çıktı: Toplumun ve devletin geçirdiği büyük travmalar sonrası ortaya konan bazı tepkiler hem aşırıya kaçıyor, hem de hukukla pek uyuşmayan tepkiler. Bunların başında da aşırı tutuklamalar -ki bu bizim eski bir hastalığımız- cuma sabahı olduğu gibi sabaha karşı insanların evine baskın şeklinde operasyonlar yapmalar geliyor. Bunlara kumpas davalarında başvurulurdu. Davetiye ile çağrılacak insanların, gece evlerine baskın yapılıyordu ve biz o zaman da bunu eleştiriyorduk. “TCK reformuyla ‘Bir gece ansızın gelebilirim’ hukuku sona ermelidir” diyorduk. Ancak aradan 10 yıl geçti, bu zihniyet sürüyor. Dolayısıyla bizim sorunumuz reformları hayata geçirmektir. Bu reformları hayata geçirirken sorunları çözmek yerine, yeni sorunlar üreten kanunlar yapıyoruz. 

Mesela?

Sürekli cezaları arttırıyoruz. Uyuşturucuyla ilgili cezaları 2014’te epeyce arttırdık. Uyuşturucu kullanıcıları için tedavi öngörürken, bundan da nerdeyse vazgeçtik. Şimdi 2018’e geldik, ne oldu, uyuşturucu suçlarının arttığı söyleniyor. Demek suçları önlemek için cezaları arttırmak yanlışmış. Başka bir örnek vereyim: Cinsel suçlarda…

Birkaç yıl önce cezaları arttırdık. Ama şimdi deniyor ki: “Bu suçlara ilişkin cezaların uygulamasında, adaletsizlikler var, cezalar çok arttı. Cezaevleri doldu, afla boşaltalım.” Gördüğünüz gibi kanunları ve reformu tam olarak uygulayıp, sonuçları beklemek yerine sorunları arttıran yeni kanunlar yapıyoruz. 

Sorun kanunlar değil uygulamada


 


Prof. Dr. Adem Sözüer - İpek Özbey

Cinsel suçların kamuoyunda büyük infial yaratması yasa yapıcı üzerinde baskı mı oluşturuyor acaba?

Şu anda cezaların artması -ki bu sadece Türkiye’ye özgü değil- maliyeti olmayan bir politika. Meclis’te bir kanun kabul edildiği zaman iş bitiyor. Bunun maliyeti sonradan ortaya çıkıyor halbuki… Toplumda meydana gelen bir olay veya bir kızgınlık üzerine, toplumu sakinleştirmek için “Cezaları arttırıyoruz” demek kolay bir yol. Bütün dünyada politikacılar bunu yapıyor. 

Sonrasında ortaya çıkacak maliyet nedir?

Bunlardan biri cezaevleri doldu deyip, af çıkarmaktır. Sürekli af çıkardığınızda ülkede adalete ve hukuka güven azalır. Bir ülkede hukuka güvenin azalmasından daha büyük bir maliyet olur mu? Hukuk güvenliği olmayan ülkede kim yaşamak ister? Ekonomik alanda kimse yatırım yapmaz, beyin göçü artar. Sürekli olarak cezaları ölçüsüz arttırma, ardından aflar, üstüne kimi keyfi gözaltı ve tutuklamalar, hukuk güvenliğini sarsar.  Şimdi af tartışmaları üzerine bakanlık yine bazı çalışmalar yapıyor, ancak bunlar zaten her zaman yapılır, yeni değil. Hükümetten talep gelince bu çalışmalara başlanır, güncellenir. Bakanlığın böyle çok sayıda hazırlığı var, bu doğaldır. Ancak, soru şu olmalı: Bizim kanunlarımızda eksiklik ve sorun nerede, neyi değiştirmeliyiz?

Bu sorunun cevabı sizde var mı?

Var tabii. Bizim en büyük sorunumuz mevcut olan kanunları doğru uygulamamak. Uygulamadaki yanlışlıkları değiştirmek yerine, kanunları değiştirmek yeni sorunlar doğurmakta. Cezaları ölçüsüz arttırmak, her sorunu ceza hukukuyla çözmeye kalkışmak yanlıştır.  Ceza hukuku "can yakar", o nedenle sadece zorunlu olduğunda uygulanmalı.

Sorun kanunlar değil uygulamada

O zaman şöyle sorayım: Taslak çalışmasında en önemli düzenleme kadın ve çocuğa yönelik şiddet, saldırı ve tecavüz cezalarına dönük. Alt sınırlar yükseltilecek deniyor. Şu anda kaç?

Suça göre değişiyor, yetişkinlere yönelik cinsel saldırı suçunun alt sınırı iki yıl hapis cezası. Alt sınır 2014 yılında indirildi. Çünkü Yargıtay “Alt sınır çok yüksek, bazı olaylarda cezalar ölçüsüz ağır oluyor” demişti. Şimdi yine artırılacak mı? Çocukların cinsel istismarı suçunda yine 2014 yılında cezaların alt ve üst sınırları zaten arttırılmıştı, bazılarının alt sınırı sekiz, bazılarının 16 yıl hapis, bazı hallerde ceza ağırlaşmış müebbet! Yani çocukların cinsel istismarı, cinsel taciz ve reşit olmayanla cinsel ilişki ve ensest suçlarının cezalarını daha 4 yıl önce yükselttik. Başka suçlarda da cezalar ağırlaştırıldı. Ama bir taraftan yükseltirken diğer taraftan da infaz kanunlarıyla ikide bir oynayıp, cezasını ağırlaştırdığınız suçların ceza infaz süresini düşürüp, erken tahliyesi için uğraşıyorsunuz. Burada bir çarpıklık var. Örneğin, daha iki sene önce infaz kanununda “Darbecilerin tutuklanması yüzünden cezaevleri doldu” diyerek, infaz kanunu değişikliği yoluyla bir af yaptık ve ilk aşamada kapalı ve açık ceza infaz kurumlarından yaklaşık 38.000 kişi tahliye edildi. Bu tahliyeler daha sonra da devam etti. Şimdi tekrar cezaları yükseltirsek, yarın “cezaevleri doldu” diye nasıl şikâyet edeceğiz? Mevcut cezaları gerektiği gibi uygulamak yeterli… Türkiye’de ne zaman bir ceza verildi de affa uğramadan uygulandı ki? Sorun cezaların hafifliği değil, var olanı etkin uygulamamak…

Aynı suçları işleyenler artık şartlı salıverilmeyecek... Bu önemli bir nokta değil mi?

Şartla salıvermeyi tümden kaldırıp, ölünceye kadar infaz hukuken doğru değil. Bu şekilde ölünceye kadar infaz istisnaen var. Örneğin Abdullah Öcalan. Ama bu yüzden AİHM Türkiye’yi mahkûm etti. Adalet Bakanlığı bu mahkûmiyetle ilgili her yıl savunma yazıyor. AİHM, kişi ölene kadar cezaevinde kalacak şekilde düzenleme olmaz diyor. Mahkeme, belli bir süre sonra şartla salıverme için ‘tünelin ucunda küçük de olsa bir ışık olmalı’ diyor. Şimdi bu karar varken Abdullah Öcalan’ın işlediği suçla karşılaştırılamaz başka bir suç için de aynı düzenleme getirilemez. Bazı suçlarda şartla salıverme süresinin azaltılması bazı suçlarda ise arttırılması düşünülüyormuş. Aslında infaz kanunundaki bir değişiklikle, cezaların infaz kurumunda çekilecek süreleri kısaltılmak isteniyor. Örneğin cezaların yarısı infaz kurumunda çekildiğinde şartla salıverme getirmek gibi. Ama bu bir af tartışması doğuracağı için, açıkça söylenmez. Bunun yerine "kadın cinayetleri ve çocuklara cinsel istismar suçlarında 40-50 yıldan önce şartla salıverilme olmayacak" konusunu ön plan çıkarmak siyaseten daha doğru. Eğer infaz sürelerinde bir indirim yapılacaksa tüm suçlar için eşitlik ilkesine uygun şekilde yapılmalıdır. Ayrıca unutmayalım ki Türkiye'de cinayet işleyen hemen hemen kimse kendisine verilen cezayı tam olarak çekmedi. 

Tasarıya göre bazı suçlarda da infaz süreleri düşecek. Örneğin adli suçlarda yüzde 75 olan süre yüzde 50’ye inecek. Makul bir süre mi?

İşte bu da bir af olacak. Üstelik sadece adli suçlular ne demek? Yani bazıları yine yararlanmayacak. Neden? Burada af adeta sürekli hale getiriliyor. O zaman suçların cezasını neden hep arttırıyoruz? Yine 2005 reformundan önceki kargaşaya dönüyoruz. 

Kamuoyu vicdanı dikkate alınıyor sanırım. Özellikle kadın cinayetleri ve çocukla ilgili cinsel suçlar arttırılıyor çünkü…

Erkek ya da çocuk öldürmelerini neden daha az korumaya lâyık görüyoruz. Yaşam hukuki değeri herkes için aynıdır. Öldürme öldürmedir. Kanundaki nitelikli haller ve kusurun ağırlığına göre hak edilen cezayı verdiğiniz zaman adalet sağlanır. Kadın cinayetleri ve çocuklara cinsel istismar suçlarında ceza infaz süresini ölçüsüz artırmak, eşitlik ilkesine aykırı. Amaç adil cezaysa, mevcut cezalar uygulansın yeter. Kişiyi adil yargıla ve işlediği suçla orantılı ceza ver, etkin olarak infaz et. Buna karşı kimse ses çıkarmaz…

Kadın ve çocuğa pozitif ayrımcılık yapılamaz mı?

Zaten bizim kanunlarımız, korunmaya daha çok ihtiyaç duyanların korunmasını öngörüyor. 

Örnek verir misiniz? Şiddet gören bir kadın, yargıç karşısına çıkıyor. Sonra ne oluyor?

Kanunlarımız doğru uygulanırsa, şiddetin ağırlığına kapsamına göre ceza 5 yıl da olabilir 15 yıl da… Özellikle bu şiddet eşe karşıysa… Sistematik onur kırıcı davranışlar eziyet suçunu oluşturur. İşkence suçunun sivil kişiler arasında yapılmasıdır bu. Eşe karşı veya töre saikiyle ya da tasarlayarak öldürmede zaten ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası var. Bir de aile içi veya kadına yönelik şiddetin önlenmesiyle ilgili 6284 sayılı önemli bir kanunumuz var. Örneğin, aile içinde eşine şiddet uyguladığı tespit edilen kişiye evden uzaklaştırma tedbiri uygulanır. İkincisi eğer kadına şiddet uygulamaya yönelik tedbirlere uyulmuyorsa, önleyici hapis var. O yüzden söylüyoruz, siz kadına yönelik şiddetle ilgili kanunları etkili ve doğru uygulayın. Ama şu da olamaz herhalde: Af çıkarıyoruz, kadın cinayeti işleyenleri affetmeyeceğiz, erkek cinayeti işleyenleri affedeceğiz!

Niçin etkili uygulayamıyoruz?

Biz sürekli olarak en son 2016’da olmak üzere kapalı ve açık af uygulamaları yaptığımız için, toplumda “yapanın yanına kâr kalıyor” anlayışı yerleşiyor ve caydırıcı etkisi kalmıyor kanunların. 

Bugün hırsızlık başta olmak üzere birçok suçta, suçlular cezaevine bir gün bile girmeden serbest kalabiliyor. Düzenlemeyle bu da kaldırılacak, kademeli bir infaz sistemi kurulacak deniyor. Kademeli infaz sistemini anlatır mısınız?

Hırsızlık dahil birçok suçtan nerdeyse hiç cezaevine girmeme 2016’da infaz sürelerini kısaltan afla oldu. 2016 öncesi suç işleyip 4 yıl ceza alan kişiler, cezaevine bir gün girip çıkıyor. Af çıkmasa böyle olmayacaktı. Hırsızlığın cezası işlenme şekline göre farklıdır, cezası 3 yıl da olabilir, 10 yıl da. Ama sorun, bu cezaları istikrarlı şekilde uygulamıyor infaz kanunlarıyla sürekli oynayıp af çıkarıyoruz oluşumuzda.

 

TOPLUMA KAZANDIRMA SADECE AF İLE Mİ OLUR?

Bir ceza hukuku profesörü olarak affa karşı mısınız?

Hayır, değilim. Bir toplumda af elbette olabilir, zaten anayasamızda da var. Anayasa, başta eşitlik ilkesine uymak üzere uzlaşarak af çıkarılabilir diyor.

Uzlaşarak af ne zaman çıkabilir? 

Eğer toplum, “Biz yeni bir sayfa açacağız. Çatışmalardan yorulduk, kapsamlı bir barış dönemi başlatacağız…”diyorsa, işte af o zaman gereklidir. Çıkarılmalıdır. Ama öyle af önerileri yapılıyor ki, daha ağır suçlar affediliyor, hafif olanlar affedilmiyor. Af eşitlik ilkesine uygun olmalı. Her şeyden önce çıkacak bir afta mağdurlar

düşünülmeli. Bir af yapıldığında, suç mağdurları adaletin yerine gelmediğini düşünecek. Af yapılırsa, onları da tatmin edecek düzenlemeler yapılmalı. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bir sözünü hatırlayalım burada: "Temel ilke, devlet kendisine karşı işlenen suçları af yetkisine sahip olabilir ama kişiye karşı işlenen suçları af yetkisine sahip değildir!

Bu söz siyasi bir tercihtir. Doğaldır. Ama hukuken devlete karşı işlenen birçok suç aynı zamanda bireye karşı işlenen suçtur. Örneğin, bir terör örgütü, insanları, öldürmüş yaralamış, evlerini yakmış. Terör devlete karşı bir suç, fakat örgütün işlediği çoğu suç bireye karşı işlenen suç. Şayet, Cumhurbaşkanı’nın sözünden kişilerin doğrudan zarar görmediği suçlar anlaşılırsa; evet bu afta bir ölçüt olabilir. 

MHP Lideri’nin sorularını size sormak istiyorum: “Pişmanlık göstermeyelim mi? İstisnalar hariç cezaevlerinde bulunan insan değil midir? Bunları topluma kazandırmak için siyaset sorumluluk almasın mı?” Ne dersiniz?

Bu sözlerin hepsi benim de savunduğum ilkeler. Ceza ve infaz hukukunun bir amacı da tabii ki kişilerin topluma kazandırılması. Ancak bu ilkeleri hayata geçirmek için kanunların istikrarlı olarak uygulanması lazım. Örneğin, kanunlarımızda etkin pişmanlık var. Şartla salıverme var, iyi halli mahkûmu topluma yeniden kazanmak için. Bazı hapis cezaları için erteleme, hükmün açıklanmasının ertelenmesi söz konusu. Başka kurumlar da var. Soru şu: Topluma yeniden kazandırmak sadece af yoluyla mı olur? Kanunlarımızda kişileri topluma kazandırıcı düzenlemeler yeterli. Bir de şunu söylemek istiyorum: Cezaevi doluluğunun nedeni, aslında cezası kesinleşmiş mahkûmlar değil, yargılaması süren tutuklular. Şu anda Türkiye’deki tutuklama uygulamasındaki yanlışlıklar düzeltilsin infaz kurumlarında aşırı doluluk olmaz. Tutuklama yerine adli kontrol sistemi var, çözüm budur. 

GEÇMİŞTE YAŞANANLARA BAKIP ÖZENLİ DAVRANILMALI

Dr. Turgut Tarhanlı’nın da aralarında bulunduğu ünlü akademisyenlere sabaha karşı operasyonlar eleştirildi. Siz ne söyleyeceksiniz?

Yargıda yıllardır devam eden bir hastalığın nüksettiğine şahitlik ediyoruz. Bu hastalık adeta kanser gibi yargıya olan inancı ve güveni her geçen gün kemirmeye devam ediyor. Bu anlayış en temel anayasal hak olan suçlu sayılmama ilkesi ve ölçülülük anlayışını hiçe sayıyor. Zira bu iki ilke, suçlu olduğu kesinleşmiş bir hükümle sabit görülene kadar kimsenin suçlu sayılmaması, kesin hüküm verilene kadar da bu kişilerin diğer anayasal haklarının gerekli olduğu kadar kısıtlanmasına, gerekli olandan fazla ölçüsüz müdahalelerle ihlal edilmemesini emrediyor. Örneğin yurt dışında hakkındaki soruşturmayı öğrenerek yurda dönen bir subayın kaçma şüphesi gerekçesiyle tutuklanması yasak. Hem Anayasa’nın 13 ve 19. maddeleri hem de Ceza Muhakemesi Kanunu’nun düzenlemeleri yasaklıyor. Ama bizler balyoz, askeri casusluk gibi tünel bakışlı davalarda bu ve benzeri hukuka aykırılıkların defalarca sahneye konduğuna, 80 yaşını aşmış bir gazeteci ve fikir adamının, merhum İlhan Selçuk’un sabaha karşı evinden alındığına şahit olduk. Son günlerde yaşadığımız süreç de yargımızın maalesef aynı kabusu insanlara yaşatmaya devam ettiğinin bir göstergesi. 

Peki hangi gerekçeyle?

Aralarında hayatı hukuk ve insan hakları alanında çalışmakla geçmiş,  bugünkü hükümetin reformlarına destek vermiş, aynı zamanda bir hukuk fakültesinin dekanı olan Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, ülkemizin en önemli matematikçilerinden birisi olan Prof. Dr. Betül Tanbay gibi insanlar, resmi açıklamaya göre 2013 yılında işlendiği ileri sürülen bir suç nedeniyle, 2014 yılında açılmış bir soruşturmada, gün ışımadan evlerinden alındılar. Soruşturma makamı dört yıl bekledikten sonra hangi acil ve zorunlu gerekçe ile bu açıkça aykırı gözaltı operasyonu başlattı, bu hepimiz için merak konusu. Ortada işlenen bir suç var da suçu işleyen kaçarken mi yakalanmış? Hayır? Yani suçüstü hali yok. İfade için çağrılmışlar da gelmemişler mi? Hayır. Kanun gereği davet de edilmemişler zaten. Kimi ders veriyor kimi film setinde hepsi işi gücünde, kimi Türkiye ve Dünyada tanınmış insanlar. Kanunumuz, “İfade için, suçüstü hariç kişi davet edilir. Gelmezse zorla getirilebilir” diyor. Kanun böyleyken bir insan hakları hukuku hocasının evine sabaha doğru baskın yapmanın anlamı ne? Bütün dünyaya başka bir mesaj vermektir bu. Söylediğim kurallar herkes için geçerli tabii ki. Ama Turgut Tarhanlı, hem insan hakları hocası hem de hukuk fakültesi dekanı olduğu için, ona böyle bir muamele yapılmasının Türkiye ve dünyadaki yankıları farklı olur. Geçmişte Paralel yapının yargıda hakim olduğu dönemlerde, bu tür uygulamalar derhal önlenmedi, sonra bir gün 17/25 Aralık operasyonlarıyla uyandık, daha sonra 15 Temmuz darbe girişimi. 

Ne yapılmalı?

Geçmişte de bugün de kanaatim, ilgili makamların başta Adalet Bakanlığı, Hakimler ve Savcılar Kurulu olmak üzere bu tür uygulamaların önüne geçebileceği yönünde… Herkesin geçmişte yaşananlara bakıp daha sorumlu, özenli davranması gerek. Yetkili makamlar hukukun gerektirdiği şekilde, zamanında ve etkin müdahale yapmaz ise, işte o zaman "provokasyonlara" uygun zemin doğar. Kimseye ceza hukuku araçlarını kötüye kullanarak, Türkiye'nin iç-dış siyasetine etkide bulunacak bir alan açmasına fırsat vermemeli. Siyaseti seçilmişler yapacak. Son göz altıların, yeniden hareketlenen Türkiye-AB ilişkilerine etkide bulunmaması mümkün mü? Türkiye, örneğin Kaşıkçı’nın öldürülmesi konusunda uluslararası alanda hukukun gereğini yapılmasını talep ederken, özellikle Almanya gibi Avrupa ülkelerinden destek alırken, kendi ülkesinde dünyaca bilinen hocalara şafak baskını şeklindeki uygulamalar, sıkıntı yaratmaz mı? 

 

SAĞLIKTA ŞİDDET YASASI

Çıkacak yasada, öyle hükümler var ki, hekimle hasta arasındaki her tartışma "karakolluk" olabilir. Hekimi koruyucu, önleyici tedbirler almak yerine, tartışan hasta yakınını, gözaltına alacak tutuklatacak düzenleme mi yapılır? Biz hekimlerimizi böyle mi koruyacağız? Her mesleğe ayrı ceza muhakemesi kanunu mu çıkaracağız? Bir hekim öldürüldü, o kişi onun yanına kadar silahla nasıl gelmiş? Bunu önlemeliyiz… Siz hastaneye gittiniz, çocuğunuz öldü, üzgünsünüz, tartışma çıktı, sağlık çalışanına hakaret ettiğiniz iddia edildi. Polise haber verilecek, polis sizi mevcutlu alacak, savcıya götürecek, savcı da tutuklayacak. Hasta yakını zaten çocuğunu kaybetmiş… Her sorunu karakolda, savcılıkta mahkemede çözemeyiz. Öncelikle sağlık çalışanlarının çalışma koşullarını, hasta-hekim ilişkisinin koşullarını düzeltmek gerekir. 

 

HAYVANLARA YÖNELİK SUÇLAR 

Sahipli veya sahipsiz hayvanlar çevrenin ve hayatımızın bir paçasıdır ve korunmaları gerekir. Sahipli hayvanlara yönelik zarar verici hareketler Türk Ceza Kanunu’na göre suçtur ve hapis cezasını gerektirir. Çünkü sahibinin hayvanı üzerinde mülkiyet hakkı var. Peki sahipsiz hayvanlara yönelik, onlara acı veren, eziyet eden davranışlarda yaptırım yok mu? Elbette var. Bu tür kötü davranışlar idari para cezasıyla cezalandırılıyor. Bu idari para cezaları etkin olarak uygulansın, hapis cezasından daha caydırıcı olur. Çünkü idare veriyor ve derhal uyguluyor. Hapis cezası getirildiğinde, soruşturma, iddianame, dava, uzun süreç. Verilen ceza nedeniyle de kimse hapse girmez. Hayvanları korumaya yönelik başta eğitim olmak üzere, ceza hukuku dışındaki tedbirlere öncelik vermeliyiz. Ağır hapis cezaları ile insanları bile doğru dürüst koruyamıyoruz. Ben bir ceza hukukçusu olarak şunu söylüyorum. Ne kadar az ceza hukuku, o kadar iyi. Ceza hukuku son araç olarak, gerekli olduğunda uygulanmalı.

YORUMLAR

  • 0 Yorum