"Orta sınıf psikolojik ve kültürel olarak çöktü; yaşadığı en büyük kayıp gelir değil, itibar!"

Gazeteci İpek Özbey'in siyaset bilimci Doç. Dr. Onur Alp Yılmaz'la yaptığı söyleşi, 'neden bu haldeyiz' sorusuna net bir çerçeve sunuyor. Özbey ve Yılmaz ile "Orta Sınıfın Düşüşü"nü konuştuk...

Birçoğumuz orta sınıf bir hayatın içinde zorlanıyoruz. Geçmişin “orta direği”nden, bugün her gün biraz daha fakirleşen, yaşam standardı düşen bir kesime dönüştük. Hayatlarımızı eksilen imkânlarla sürdürmeye çalışıyoruz. Bazılarımız gitmeyi, bazılarımız kalıp mücadele etmeyi seçiyor; çoğumuz ise bir araf ruh halinde, umutla ama yorgunlukla yaşamayı sürdürüyoruz. Herkes kendi bütçesine göre büyük zorluklar yaşıyor.

Tam da bu duygular içindeyken, İnkılap Yayınları’ndan yeni çıkan Orta Sınıfın Düşüşü kitabı ile karşılaştım. Gazeteci İpek Özbey’in, siyaset bilimci Doç. Dr. Onur Alp Yılmaz’la yaptığı söyleşi, “neden bu haldeyiz” sorusuna net bir çerçeve sunuyor. Kitapta Prof. Dr. Hakan Yılmaz, Prof. Dr. Ayşe Öncü, Prof. Dr. Ümit Özlale, Prof. Dr. Emre Erdoğan, Prof. Dr. Sema Erder, siyaset bilimci Alphan Telek, müzik yazarı Özge Ç. Denizci ve araştırmacı Ertan Aksoy da kendi alanlarından katkı veriyor.

Orta Sınıfın Düşüşü, 1945 sonrası refah devletinden neoliberal dönemin borç ve rıza ekonomisine uzanan dönüşümü anlatıyor; orta sınıfın yalnızca ekonomik değil, ahlaki ve siyasal çöküşünü de gözler önüne seriyor.

 

- Orta Sınıfın Düşüşü tam olarak bizi anlatıyor. Öğrenerek ve severek okudum. İlk olarak sormak istiyorum. Bu kitabı neden yazdınız?

İPEK ÖZBEY: Çünkü bugün yaşadığımız siyasal ve toplumsal krizleri yalnız Türkiye’ye bakarak anlayamayız. “Orta sınıfın düşüşü” aslında küresel bir hikâye. Biz bu kitapta, savaş sonrası dönemin refah devletinden bugünün borç ekonomisine uzanan büyük dönüşümün izini sürdük. Avrupa’da, Amerika’da, Latin Amerika’da, Asya’da aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Bu tabloda refah devleti çözülüyor, sosyal haklar geriliyor, emeğin değeri düşüyor ve demokrasinin dayandığı toplumsal merkez çatırdıyor.

Türkiye de bu hikâyenin dışında değil; yalnızca daha kırılgan bir biçimde yaşadı. Biz kitabı, orta sınıfın bu küresel çöküşünü hem ekonomik hem de kültürel boyutlarıyla anlatmak için yazdık. Çünkü mesele sadece gelir dağılımı değil; insanların emeğe, eğitime ve liyakate olan inancının sarsılması. Orta sınıfın zayıflamasıyla birlikte demokrasinin taşıyıcı zemini de daralıyor. O yüzden bu kitap hem bir sınıf hikâyesi hem de bir vahşi kapitalizm eleştirisi. Amacımız şu soruya yanıt bulmaktı: Refahın ve özgürlüğün güvencesi olan bu sınıf nasıl oldu da hem ekonomik hem de siyasal olarak zayıfladı ve bu zayıflama, dünyanın dört bir yanında neden otoriterliği büyüttü?

- Orta sınıf kime denir; Türkiye’de hâlâ mevcut mu, yoksa çöktü mü?

ONUR ALP YILMAZ: Orta sınıf, yalnızca belirli bir gelir grubunu değil; eğitim, meslek, mülkiyet ve kültürel sermayeyi birlikte temsil eder. Tarihsel olarak bu sınıf, “emeğiyle yaşayan ama emeğiyle birikim de yapabilen” insanlardan oluşur. Cumhuriyet’in ilk döneminde bu, memurla öğretmenin, mühendisle esnafın ortak hikâyesiydi. 1960-80 arası refah devletiyle birlikte bu kesim genişledi; kamu güvenceleri, eğitimle yükselme imkânı ve makul bir yaşam standardı sağlandı.

Fakat 1980’lerden sonra tablo tersine döndü. Neoliberal politikalarla kamusal güvence zayıfladı, özel eğitim ve sağlık piyasalaştı, konut bir “hak” olmaktan çıkıp “yatırım aracına” dönüştü. Gelir düzeyi artsa bile yaşam maliyetleri çok daha hızlı yükseldiği için, artık insanlar kendilerini orta sınıf gibi hissedemiyor. Yani istatistiksel olarak var, ki bir orta katman istatistiksel olarak hep var olacak, ama psikolojik ve kültürel olarak çökmüş durumda. Yani bir sınıf niteliğini yitiriyor.  Bugün Türkiye’de birçok kişi hâlâ “orta sınıf” kimliğiyle konuşuyor ama orta sınıf yaşamı sürdüremiyor. Aylık geliri fena görünmeyen biri aslında kiraya, eğitime, kredi borcuna ve faturaya çalışıyor.  O yüzden biz kitabımızda “orta sınıfın ekonomik varlığı sürdü, ama siyasal ve ahlaki omurgası çöktü” diyoruz. Çünkü orta sınıf sadece bir gelir dilimi değil, ölçülülük, liyakat, adalet, kamusal ahlak ve geleceğe güven demekti. Lakin bugün bunların hiçbiri güvence altında değil.

- Orta sınıfın çöküşü ve demokrasi krizi aynı anda ilerlediyse para ve güç el değiştirdi diyebilir miyiz?  Yoksa orta sınıfın siyasi iddiası mı söndürüldü?

İPEK ÖZBEY: Aslında ikisi birbirine bağlı. Para ve güç el değiştirirken, orta sınıfın siyasal ve kültürel iddiası da sistematik biçimde törpülendi. 1980 sonrası neoliberal dönüşüm, orta sınıfın “örgütlü yurttaşlık” zeminini hedef aldı. Sendikalar, meslek örgütleri, kooperatifler gibi dayanışma alanları tasfiye edilince, orta sınıfın hem ekonomik hem de demokratik omurgası çöktü.  İnsanlar bencilleştiridi, borçlandırıldı ve birbirinden yalıtıldı.

Demokrasi yalnızca seçimlerle değil, bir sivil kültürle ayakta kalır. İşte bu yeni yalıtılmış durum, bu kültürün taşıyıcısı olan ve ölçülülük, liyakat, kamusal sorumluluk ve yolsuzluk karşıtlığı gibi değerlere dayanan orta sınıfın ve dolayısıyla bu sivil kültürün çözülmesine yol açtı.  Sonuçta bu sınıfın ekonomik temelleri zayıflayınca, sesi de kamusal alandan çekildi. Yurttaş, hak talep eden bir aktörden çıkıp, “idare etmeye çalışan birey” haline geldi. Bugün Türkiye’de de dünyada da yaşadığımız kriz bu: Bir dönem demokrasinin sigortası olan orta sınıf, şimdilerde kırılganlığıyla otoriterliğin gerekçesi haline geldi.  Ekonomik olarak güçsüzleşen, siyasal olarak yalnızlaşan bu kesim, artık düzeni değiştirecek bir özne olmaktan çok, “istikrar” vaadiyle onu korumaya ya da altın çağa dönmeye yöneliyor. Yani para ve güç el değiştirdi, ama asıl tehlike şu: hak talep eden orta sınıf yerini rıza gösteren ve kendisi için kavga edecek bir şövalye arayan orta sınıfa bıraktı.

Onur Alp Yılmaz ve İpek Özbey

- Peki, bu tabloyu hazırlayan en kritik kırılma neydi?

ONUR ALP YILMAZ: Kırılma noktası çok net: 1980 sonrasındaki neoliberal dönüşüm. Mesela Türkiye’den örnek verelim… 12 Eylül’le birlikte uygulanan yeni ekonomik model, sadece bir iktisat politikası değildi; toplumsal dokuyu yeniden biçimlendiren bir ideolojik tercihti. Refah devletinin sağladığı güvenceler “verimsiz” ilan edildi, kamunun üretimden çekilmesi bizi zenginliğe taşıyacak bir “sihirli değnek” gibi sunuldu. Böylece orta sınıfın dayandığı üç temel sütun -güvenceli istihdam, kamusal eğitim ve örgütlü sivil alan- sistematik biçimde zayıflatıldı. Devletin görevi artık refahı adil paylaştırmak değil, sermayenin önünü açmak olarak tanımlandı. İşte o anda, toplumun dayanışma kanalları çöktü. Birey, piyasanın insafına terk edildi. Sendikasızlaşma, taşeronlaşma, eğitimde özelleşme, kent rantının kamusal olmaktan çıkıp özel mülkiyete devredilmesi… Hepsi aynı siyasal mimarinin parçalarıydı.Bu model sadece gelir dağılımını değil, ahlaki ve kültürel dengeyi de bozdu. “Hak ederek sahip olma” duygusunun yerini “fırsatını yakalayıp köşeyi dönme” anlayışı aldı.

- 1980 sonrasını “borç düzeni”, 2000’leri ise “rızanın satın alınması dönemi” olarak tarif ediyorsunuz. Bu dönemin kurallarını neoliberal despotizm olarak değerlendirebilir miyiz?

ONUR ALP YILMAZ: 1980’lerden sonra dünyada ekonomi bir borç rejimine, siyaset de bir rıza mühendisliğine dönüştü. Devletler, sosyal hakları azaltırken aynı anda bireyleri krediye, tüketime ve güvencesizliğe mahkûm etti. İşte bu yeni denge, neoliberal despotizm dediğimiz yapının toplumsal zeminidir: Ekonomik bağımlılık ve siyasal sessizlik iç içe geçmesi…

Bu modelde itaat sopanın zoruyla değil, borcun zoruyla üretiliyor. Devlet, vatandaşına doğrudan baskı uygulamıyor; ona borç, taksit, yardım, kredi veriyor. Böylece yurttaş, kendi geleceği için susmayı “rasyonel” buluyor. Demokrasi biçimsel olarak sürüyor ama içerik otoriterleşiyor.

- “Medya–inanç–kutuplaşma–lider kültü” yan yana gelince kalıcı olarak neyi kaybettik?

İPEK ÖZBEY: En çok kaybettiğimiz şey, kamusal ahlak ve ortak gerçeklik duygusu...

Medya, gerçeği anlatan değil, duyguyu yöneten bir araca dönüştü. İnanç, bireysel vicdan alanından çıkarılıp siyasetin meşruiyet aracına evrildi. Kutuplaşma, her yurttaşı bir kimlik siperinin arkasına itti. Lider kültü ise bu tüm dağınıklığın üzerine bir “pederşahi otorite” inşa ederek toplumu siyasal ergenliğe sürükledi. Bu birleşim, orta sınıfın en temel değerini -ölçülülük ve dengeyi- ortadan kaldırdı. Çünkü orta sınıf, farklılıkları birlikte yaşatma kültürünü temsil ederdi; oysa kutuplaşma, farklılıkları tehdit haline getirdi. Liyakat yerini sadakate, tartışma kültürü yerini bağlılığa, gazetecilik yerini propaganda teknisyenliği diline bıraktı. Yani neoliberal dönem sadece ekonomik değil, ahlaki bir dönüşüm de yarattı. “Başarmak” artık kamusal fayda üretmek değil, kişisel avantaj elde etmek anlamına geliyor. Bu yüzden bugünün Türkiye’sinde orta sınıfın yaşadığı en büyük kayıp gelir değil, itibar.

Eskiden “iyi eğitimli, dürüst, çalışkan” olmak saygı uyandırırdı, şimdi en hafif ifadeyle naiflik olarak görülüyor. Biz bu kitapta tam da bunu anlatıyoruz: Orta sınıfın düşüşü, sadece cüzdandaki eksilme değil, değerler sistemindeki çöküş.

İpek Özbey

- “Orta sınıf daraldıkça otoriterlik büyür.” Bugün Türkiye’de otoriterliğin nedeni nedir?

İPEK ÖZBEY: Otoriterliğin temel nedeni, orta sınıfın taşıdığı ekonomik ve ahlaki zeminin çözülmesidir.

Modern demokrasiler, ancak güçlü bir orta sınıfla kök salabilir. Çünkü bu sınıf hem radikal sağın hem de radikal solun aşırılıklarını dengeler ve kurallı kapitalizmin meşruiyetini sağlar. Orta sınıfın güvenceli olduğu dönemlerde insanlar devlete karşı yurttaş gibi davranır, hak talep eder, hesap sorar. Güvencesizlik başladığında ise siyaset “sadakat ve korku” üzerinden şekillenir. Türkiye’de de dünyada da 1980 sonrası ekonomik dönüşüm, bu zemini parçaladı. Refah devleti dağıldı, sendikalar zayıfladı, eğitim ve sağlık özelleşti…

Böylece orta sınıf, ekonomik olarak borçlanmış, kültürel olarak kutuplaşmış, siyasal olarak da sessizleşmiş bir kitleye dönüştü. Bu ortamda liderlik kültü yükseldi çünkü güçlü bir toplum değil, korkak ama minnettar bireyler yaratıldı.

Bu yüzden orta sınıfın daralması sadece bir gelir sorunu değil, bir demokrasi krizi. Çünkü orta sınıf küçüldükçe “hesap soran etken yurttaş” yerine “minnet duyan edilgen seçmen” tipi yaygınlaşıyor. Türkiye’de otoriterliğin asıl nedeni de bu psikolojik ve sınıfsal dönüşüm.

- Dünyada da tablo benzer: Orta sınıf öfkeli ve umutsuz. “Küresel alt sınıf yüzyılı”na mı gidiyoruz?

1945 sonrası kurulan düzenin kurum ve kuralları tedricen aşındırıldı. Refah devleti ve sosyal adalet mekanizmaları zayıfladıkça yeni bir otoriter dalga hem Batı’da hem yarı-çevrede orta sınıfın kırılganlığını büyüttü ve demokrasiyi dayanaksız bıraktı. Bu manzaradan çıkacak dersi de yine kitapta açık söylüyoruz: Demokrasi, orta sınıf güçlendirildiğinde kök salar. Eğitim, liyakat, refah paylaşımı ve güvencelerle ortaya çıkan bu kesim; aşırılıkları dengeleyen, kurallı kapitalizmin meşruiyetini sağlayan birbiriyle çatışması öngörülen burjuvazi ve proletarya arasındaki “tampon bölge”dir. Dolayısıyla nasıl savaşta tampon bölge çöktüğünde çatışma başlar ve istikrar bozulursa, orta sınıf zayıfladığında da siyasal merkez boşalır ve otoriter eğilimler hızlanır. Küresel ölçekte olup biteni “alt sınıf yüzyılı” diye adlandırmak, bizim metinde önerdiğimiz ihtiyatlı okuma ile kısmen örtüşür: Evet, orta sınıfın kırılması geniş bir prekarya yaratıyor ve bu, popülist-otoriter siyasetin toplumsal zeminini besliyor; ancak bu gidiş bir kader değil. Kitabın bütününde vurguladığımız gibi, orta sınıfı yeniden kuracak kamusal eğitim, güvenceli istihdam, adil bölüşüm ve sivil örgütlenme tercihleri devreye girdiğinde demokratik denge yeniden üretilebilir. Kısacası, eğrinin yönü politik tercihlerle değiştirilebilir. Özetlekitap, bugünü “küresel alt sınıf yüzyılına savrulma” riski olarak okuyor; nedeni orta sınıfın erozyonu, tedavisi ise orta sınıfın yeniden inşası.

- “Bu çöküş kader değil, tercihti.” Türkiye geri dönebilir mi; siyaset yeniden orta sınıf merkezli bir demokrasi kurabilir mi?

ONUR ALP YILMAZ: Elbette dönebilir, ama bunun kendiliğinden olmasını beklemek hayalcilik olur. Çünkü bu çöküş bir doğa yasası değil, siyasal tercihler zinciriyle oluştu. Refah devleti döneminde -bizim “sosyal devletin altın çağı” dediğimiz 1945–1980 arası evrede- devlet, eğitim, sağlık ve istihdam üzerinden orta sınıfı bilinçli biçimde güçlendirdi. İnsanlar liyakatle yükseliyor, emeğinin karşılığını alıyor, kamusal hizmete güven duyuyordu. O yüzden demokrasi o yıllarda sadece bir rejim biçimi değil, ehlileştirilmiş bir toplumsal sözleşmeydi.

Neoliberal dönemle birlikte bu sözleşme bozuldu. Artık devlet, yurttaşına güvenlik ve refah sağlayan bir aktör değil; piyasayı koruyan bir hakem konumundaydı. Eğitim, barınma ve sağlık piyasanın insafına bırakıldı; sendikalar ve sivil örgütler zayıflatıldı. Dolayısıyla yeni bir demokrasi tahayyülü ancak bu alanları yeniden kamusallaştırmakla mümkündür. Ama şunu da unutmamak gerekir: Hiçbir iktidar, toplumdan baskı hissetmeden refahı paylaşmaya, liyakati geri getirmeye, sivil alanı güçlendirmeye yanaşmaz. Demokratikleşme, yukarıdan gelen bir lütuf değil, aşağıdan gelen bir taleptir. Orta sınıfın yeniden inşası da bu talebi örgütleyebilme gücüyle ilgilidir. Türkiye, tarihsel olarak bu dinamizmi yaratabilmiş bir ülkedir. Cumhuriyet’in kuruluşundaki meritokrasi ideali, 1960’ların kamusal kalkınma politikaları, 1970’lerin planlama kültürü… Bunların hepsi toplumun geniş kesimlerini yukarı taşıyan deneyimlerdi.

Eğer bugün yeniden böyle bir yönelim kurulacaksa, bu hem ekonomi politikalarının hem de siyasal kültürün değişmesiyle olur. Yani mesele sadece gelir dağılımı değil, bir yeniden inşa iradesi meselesidir.

Onur Alp Yılmaz

- Bugün toplumun orta sınıfı, psikolojik olarak da çökmüş durumda: Gelecek kaygısı, çocuklarına dair umutsuzluk, çalışma hayatında tükenmişlik, göç etme... Bu ruh halini yaratan sadece ekonomi değilse, bu çöküşün kültürel ve zihinsel cephesi ne?

İPEK ÖZBEY: Bu ruh halinin kökü elbette ekonomik ama sonucu kültürel. Çünkü orta sınıf sadece bir gelir grubundan ibaret değildir. Emeğinin karşılığını alabileceğine, çocuklarının daha iyi bir hayat kurabileceğine, yani çabanın anlamlı olduğuna inanır ya da inanmak ister. Bugün o inanç yıkıldı. Gelir adaletsizliği, güvencesizlik ve liyakatsizliğin yarattığı kırılma, zamanla yalnızca bir ekonomik kriz değil, bir anlam krizi de doğurdu. Cumhuriyet’in ilk kuşaklarında eğitim, liyakat ve kamusal hizmet bir gelecek vaadiydi. Şimdi o vaat bozuldu: İnsanlar çalışıyor ama karşılığını alamıyor, eğitim bir fırsat değil yük haline geldi, liyakat yerini sadakate bıraktı. Dolayısıyla ekonomik düşüş sadece cüzdanı değil, zihni de yoksullaştırdı.

Bugün orta sınıfın yaşadığı tükenmişlik; işini, evini, şehrini, hatta ülkesini değiştirmek isteyecek kadar derin bir gelecek güvensizliği yaratıyor. Bu göç arzusunun ya da “artık hiçbir şey değişmez” hissinin kaynağı da bu. Kitapta söylediğimiz gibi, Türkiye’de orta sınıf artık sadece geçinemiyor değil, anlamlandıramıyor. Yani mesele ekonomik bir daralma değil, toplumsal bir aidiyet ve adalet kaybı. Bu geri gelmeden ne demokrasi ne de huzur kalıcı olur.

- Eğer bu ülke bir gün yeniden normalleşecekse, bunun omurgasını kim kuracak? Yeni orta sınıf nasıl doğar? Mümkün mü?

ONUR ALP YILMAZ: Mümkün, ama kendi haline bırakıldığında olmaz. Çünkü orta sınıf, tarihin hiçbir döneminde kendiliğinden oluşmadı, kamusal tercihlerin ürünü olarak doğdu. Cumhuriyet’in kuruluşunda devlet, eğitimi kamusal bir hak, istihdamı bir güvence, liyakati bir yükselme ilkesi haline getirerek yeni bir toplumsal merkez kurmuştu. Bu merkez, yıllar içinde refah devletiyle genişledi, sonra neoliberal dönemle daraldı.

Dolayısıyla yeni orta sınıf, eskiyi nostaljik biçimde dirilterek değil, bugünün dünyasında kamusallığı yeniden tanımlayarak doğabilir. Eğitimde eşitlik, emeğin güvencesi, kent rantının kamusal paylaşımı ve liyakatin geri dönüşü… bunlar sadece ekonomik politikalar değil, toplumsal barışın yeniden inşası için şart. Ancak yine hatırlatmak gerekir ki hiçbir iktidar, toplumdan baskı hissetmeden bu yönde adım atmaz. Kitapta da söylediğimiz gibi, “refah devletinin altın çağı” yukarıdan bir lütufla değil, örgütlü taleple doğmuştu. Yani yeni orta sınıfı kuracak olan yine yurttaşın kendi sesi, kendi baskısı, kendi ısrarıdır. Türkiye’nin normalleşmesi de buradan geçer: Korkunun yerini kamusal güvenin, sadakatin yerini liyakatin, borcun yerini emeğin aldığı bir düzen kurabilirsek orta sınıf yeniden doğar, demokrasi de yeniden anlam kazanır.

İpek Özbey kimdir?

İşletme okudu, Sosyoloji okuyor. Gazeteciliğe, Söyleşi dergisiyle başladı. Hürriyet ve Cumhuriyet Gazetesi’nin Pazartesi Söyleşilerini yaptı. Halk TV’de tartışma programları sundu. Sözcü Gazetesi’nde söyleşilerine devam ederken, Sözcü TV’de Kırmızı Beyaz ve Karşı Karşıya adlı programları hazırlayıp sunmaktadır. ‘Kırık Matruşka’ adlı bir romanı, ‘Manşet: Türkiye Konuşuyor’, ‘15 Temmuz: Demokrasi Kahramanları’ ve ‘Dragos’ adlı kitapları bulunmaktadır. Adnan Oktar Operasyonu’nun başındaki polis müdürü Furkan Sezer ile yaptığı söyleşiyle TGC Gazetecilik Başarı Ödülleri’nde en iyi program ödülü aldı, öldürülen Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş ile Sözcü Gazetesi’nde yayınlanan “Katili herkes biliyor” başlıklı röportajıyla övgüye değer görüldü. Özbey aynı zamanda ÇGD Uğur Mumcu Ödülü sahibidir.

 

Onur Alp Yılmaz kimdir?

Siyaset Bilimci ve kamuoyu araştırmacısı. Yüksek Lisansını Bilgi Üniversitesi’nde, Doktorasını ise Ankara Üniversitesi’nde tamamladı. 2023’te doçent oldu. Avrupa siyaseti, siyasi partiler, popülizm, aşırı sağ, kutuplaşma, çağdaş siyasal ideolojiler, Türkiye siyasi tarihi, siyaset felsefesi, Kürt sorunu ve Türk dış politikasıyla ilgileniyor. Önceden Halk TV ve Independent Türkçe gibi mecralarda köşe yazarlığı yapan Yılmaz, şu an Medyascope’ta yazıyor.

 

Ebru D. Dedeoğlu