GÜNÜN YAZISI

GÜNÜN YAZISI

[email protected]

Her alanda kötü, savunmada mı iyi?

13 Aralık 2025 - 13:05

Çeyrek yüzyıla varan Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin savunma sanayii, ulusal güvenliği, dış politikası plansız, programsız, öngörüsüz, sağduyusuz biçimde savrulmaya devam etmektedir. Çevremizdeki açık uçlu çatışmaların ötesinde, küresel boyutta da belirsizlikler, sınamalar had safhada sertleşmiştir

Savaş uçağı

İki baskın anlatı sürekli dolaşımda tutuluyor. Bunlar esasen birbirlerine dolanıyor, birbirlerini besliyor. Her ikisinin de içeriği, Türkiye’nin Erdoğan yönetiminde ve özellikle alaturka başkanlık rejimine geçtikten sonra şahlandığına ilişkin. Buna göre, Türkiye artık dik duruyor, sözünü dinletiyor, kendi gerek gördüğünde tek başına hamle yapıyor.

Nedir bu anlatılar? Biri, savunma sanayiinde kendi kendine yeterlilik yönünde ve küresel teknoloji devrimi çağını yakalayacak biçimde olağanüstü bir atılım yapıldığı. Diğeri ise, dış politika ve ulusal güvenlik alanlarında Erdoğan politikalarının başarılı olduğu ve muhalefet dahil geniş toplum kesimlerince beğenilip, alkışlandığı.


Bu ikili anlatı, Cumhuriyetin yüzüncü yılı geride kalırken, Türkiye’nin nihayet “stratejik özerklik” kazanmanın eşiğine geldiğini, hatta kazandığını varsayıyor. Başka deyişle, hemen her alanda kötü yönetildiği aşikar olan Türkiye, hiç yoktan bu bakımlardan doğruları yapıyor ve iyiye gidiyor. Bir bakıma, genel kötü gidişin zorunlu “bedeli” varkalma savaşında atılan bu adımlar oluyor.

Ne var ki, gerçekler öyle değil. Gerçekler öyle olmadığı gibi, öyle olmasına da esasen olanak yok. Kısacası kalite bir bütün: Ekonomi, demokrasi, adalet, eğitim, her alanda tepetaklak düşerken, çağın gerisinde kalır, uygarlıktan uzaklaşırken, ulusal güvenlikte veya savunma sanayiinde uçuşa geçmek mümkün de rasyonel de değil.

Doğru, bu yıl dünyanın en büyük 100 savunma sanayisi şirketi arasına sırasıyla TUSAŞ, BAYKAR, ASELSAN, HAVELSAN ve MKE girdi. Görüleceği üzere, bunlar, BAYKAR hariç kamu kuruluşları. Bu başarının arkasında, bu sinerjinin ortaya çıkmasında kökleri onlarca yıl geriye, 1974 Barış Harekâtı sonrasına dek giden planlı, programlı bir tasarım olduğu da yadsınmamalı.

Bugün olan ise, bağlam ve ortamın denk gelmesiyle jeopolitik değerin yani haritadaki konumun değerinin olağanüstü artması. Ve ilkeler, değerler, hak ve özgürlükler gibi tüm boyutların üzerlerini örtmesi, onları geri plana itmesi. Yeri geldiğinde oportünist hatta aferinci, yeri geldiğinde ihvancı veya pan İslamist olan bu oynarbaşlıklı rejim de güncel durumu “bulunmaz nimet” olarak görüyor.

Ancak, böyle yaparken de, yine yeri geldiğinde, sanki “şimdi ve burada” değilmiş gibi yapma “kıvraklığını” da gösterebiliyor. Örnek olarak, güneydeki Suriye hep gündemde, Suriye meselesine sözde hep müdahil. Ama kuzeydeki Ukrayna’ya uzaktan bakıp, adeta yüksek sesle düşünmekle yetiniyor. Komşu İran’ın nükleer silâh edinmesine ramak kalması ise varoluşsal düzeyde sınamalar radarına hiç girmiyor.

Benzer biçimde, NATO zirvelerinde altlarına imza atılan sonuç bildirgelerinin içeriğinde ne yazıldığı hiç umursanmıyor. Bu ekonomik bunalımda, sözde kemer sıkma politikaları uygulanırken, o zirvelerden birinin evsahipliği milyar dolar harcamak üzere sözde itibar amaçlı üstlenilebiliyor.

Bu alaturka rejimde tek adam tam yetkili ama tam sorumsuz. Hiçbir iş planlı yapılmıyor ama her işte “nalıncı keseri” yaklaşımı benimseniyor. Adeta, vizyon belgesinde “kervan yolda dizilir”, misyon bölümündeyse “benim çıkarım nerede?” ibareleri kayıtlı. Dolayısıyla,

  • Savunma sanayii ihalelerinde kayırmacılığın yerleşik uygulama olduğu sır değil,
  • Dört ortak üreticiden İtalya’nın yıllar önce 2005’te ülkemizi üretim zincirine davet ettiği Eurofighter’ların o zaman F-35’ler yeğlendiği gerekçesiyle reddedildiği unutturuluyor,
  • Eurofighter’ların maliyet yüksekliğinin mecburiyetten mi, Meteor havadan havaya füze sistemleri gibi mühimmat yahut görev bilgisayarlarına erişimi içeren yüksek teknoloji paylaşımı gibi ilavelerden mi kaynaklandığı açıklanmıyor,
  • Hava savunma sistemi ihalesi önce Çin’e verilmesine, teknoloji paylaşımını da kabul eden ABD yapımı Patriot’ların reddedilmesine, AB SAMP-T sisteminin de beğenilmemesine, nihayet tümüyle keyfi biçimde S-400 alınarak F-35 üretim zincirinden ülkemizin attırılmasına değinilmiyor,
  • Bugün, ABD Büyükelçisi Tom Barrack, S-400 için ABD savunma bütçe kanununda da yer aldığı gibi, “Türkiye’nin ne sahip olabileceği ne kullanabileceği” koşulunu açıkça dayatıyor ve bizzat Dışişleri Bakanı Fidan’ın her fırsatta övgülere boğduğu Barrack’ın bu çıkışı da ulusal egemenliğimizi zedeleyen diğer pervasızlıkları gibi sineye çekiliyor,
  • Bugünkü adıyla KAAN veya o dönemki koduyla TF-X MMU projesinin ABD’nin GE firması üretimi F-110 motoruna gereksinim duyacağı belliyken zamanında yeterli sayıda alım yapılmadığı gözlerden kaçırılıyor,
  • TCG Akhisar korvetinin Romanya’ya ihracı başarı olarak sunulurken, bu geminin donanmamız için üretildiği, deniz kuvvetlerinde de hava kuvvetlerine benzer sıkıntılar olduğu gerçeğinin ve sözkonusu satışın kasanın tamtakır oluşundan kaynaklanıp kaynaklanmadığı sorusunun üzeri örtülüyor,
  • BAYKAR üretimi Kızılelma SİHA’ya AESA radarı takılarak havadan havaya F-16 vurma simülasyonu başarı; ancak komşu Azerbaycan’ın Pakistan’dan aldığı Çin üretimi savaş uçaklarına AESA radarı koyduğu, bizim ise kendi F-16’larımızda bu aşamaya gelemediğimiz belirtilmiyor,
  • 2040’lara gelindiğinde çevremizdeki ülkelerin hava kuvvetlerinin Rafale’lere, F-35’lere sahip olacağı, bizim ise hava savunma stratejimizin ana ekseni olan mutlak bölgesel caydırıcılığımızı sözkonusu yanlış politikalarla nicedir yitirdiğimiz konuşulmuyor,
  • ABD’nin İsrail’in baskısıyla Suudi Arabistan’a(SA) F-35’in ihraç versiyonunu satacağı, F-35 mantığının her ülkenin aynı uçağa sahip olup bunların bir ağ içinde hareket etmesine dayandığı, biz günü gelip uzak bir gelecekte F-35 alabilsek dahi NATO dışı SA gibi ülkeler klasmanına düşmüş olacağımız üzerinde durulmuyor,
  • Savunma sanayimizin ürünlerinin büyük bölümünün “prototip” aşamasında olduğu, seri üretim ile prototip yapmanın fersah fersah farklı olduğu gözlerden kaçırılıyor,
  • Seri üretime geçilse dahi finansman olanaksızlıkları nedeniyle dış satım güçlükleri yaşanacağı, zira bu alandaki rakiplerimizin kendi satışlarını yine kendi banka kredileriyle finanse ettikleri, oysa bizde bu büyüklükte banka bulunmadığı, dış satım olmadan da savunma sanayiinin ayakta kalamayacağı ve Silâhlı Kuvvetlerimizin gereksinimlerinin sürdürülebilir biçimde karşılanamayacağı olasılığı düşünülmüyor,
  • Erdoğan yönetimi öncesindeki yaklaşık 25 yıllık dönemde hava kuvvetleri envanterine yine yaklaşık olarak 400 uçak alınabilmişken, Erdoğan’ın kendi 23 yıllık döneminde neden ancak 30 uçakta kaldığı hiç sorgulanmıyor.

Bu tutarsızlıklar, hatalar ve yetersizlikler zinciri içinde sürekli günü kurtaran çözümler peşinde koşulmak zorunda kalınıyor. Kızılelma SİHA’ları F-16’ların yerine ikame edilmeye çalışılıyor. Eurofighter almak zorunda kalınması gibi önlemler ise hep palyatif yani yama yapma niteliğinde oluyor.

Üstelik, NATO’nun İsveç ve Finlandiya’yla genişlemesi gibi tarihsel anlar da ıskalanıyor. Kendiliğinden öne çıkan jeopolitik değerimiz böylesi anlarda diplomatik kol bükme veya muhatapları ikna amaçlı kullanılamıyor. Jeopolitik değer ne AB’ye vizesiz seyahat ne savunma sanayiinde çözüm bekleyen sorunların görece aşılmasında somut kazanıma dönüştürülebiliyor.

O arada, ABD’nin ahiren açıkladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi (“NSS”) belgesi, tümüyle Başkan Yardımcısı Vance’in Şubat ayında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı korkunç konuşmanın ete kemiğe bürünmüş halini yansıtıyor. 80 yıllık parantez kapanıyor. Belge AB’yi, Avrupa fikrini hasım olarak görürken Rusya’dan, Çin’den neredeyse bahis yok. Bu gelişmenin yarattığı gerilimi Ankara’daki yukarıda anlatılan ulusal güvenlik ve savunma sanayii başarısının (!) mimarları olumlu karşılayacak, kulaklarının üzerine yatacaklardır.

Trump, Ukrayna’ya destek için AB’nin ağır toplarının el koymak istediği Brüksel’de (“EuroClear”) dondurulmuş Rusya’nın mal varlıklarına kendi yatırım işbirlikleri için göz dikmiş durumda. Benzer biçimde Erdoğan da Rusya kapısının yeniden açılmasından hoşnut olacak, AB’nin SAFE ortak savunma fonu gibi konularda kendine muhtaç olacağını değerlendirecek, AB’nin hatta NATO’nun geleceğinin tartışılmaya açılmasını sorun etmeyecektir.    

Oysa, Türkiye’nin devletlerarası kurumsal çıpası da tarihsel yönelimi de bellidir.

Sözkonusu “NSS” belgesini Kongre, savunma bütçesi demek olan “NDAA” yasasıyla dengelemektedir. Aynı Kongre, NDAA’nın yanı sıra “CAATSA” yasası ile de Türkiye’nin ulusal savunması için gereken adımların önüne duvar örmeye devam etmektedir. Trump işine gelen belirli konularda Kongre ile didişmeyi göze alabilir. Ama Türkiye’nin ulusal savunma çıkarları Trump için bu konulardan biri değildir. Erdoğan’ın Kongre engelini aşabilmesi için Trump’ın onun önüne koyduğu ödev, Netanyahu’nun İsraili ile ilişkileri yoluna koymasıdır. Suriye dosyası da aynı menüye dahildir.

Sonuç olarak, çeyrek yüzyıla varan Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin savunma sanayii, ulusal güvenliği, dış politikası plansız, programsız, öngörüsüz, sağduyusuz biçimde savrulmaya devam etmektedir.

Çevremizdeki açık uçlu çatışmaların ötesinde, küresel boyutta da belirsizlikler, sınamalar had safhada sertleşmiştir. Türkiye bu mükemmel fırtınaya Erdoğan’ın “dünya liderliği” (!) sayesinde dümensiz, varacağı liman belirsiz ve hazırlıksız olarak bodoslama girmektedir.
NAMIK TAN
T24

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar