Gazetecilik gurur duyulacak meslektir

Hürriyet’in uzun yıllar Yazı İşleri Müdürlüğü’nü üstlenen duayen gazeteci Tufan Türenç, mesleğinin rehberliğinde anılarını yazdı. Türenç, ‘Babıâli’nin Öteki Yüzü’nde çok sevdiği gazeteciliği yazarken bir Türkiye portresi de çiziyor.

Gazetecilik gurur duyulacak meslektir
13 Ekim 2018 - 09:35 - Güncelleme: 13 Ekim 2018 - 19:59

Kitabınızda “Ben her zaman gazeteci olmaktan gurur duydum. Gazeteciliğin büyülü anaforuna öyle kapılmıştım ki, daha önceki dünyamı terk etmiştim” diyorsunuz. Gazetecilik bir meslekten çok, bir hayat değil mi



Gazetecilik gerçekten kuralına, etiğine uygun yapılırsa hakikaten gurur duyulacak bir meslektir. Bu meslekte aynı gün cumhurbaşkanıyla da röportaj yaparsın, sokaktaki çöpçüyle de… Saraylarda da ağırlanırsın, gecekondularda, sokaklarda gecelerini geçirmek durumunda kalırsın. Grevlere gidersin, bir cinayetin izini sürersin… Bunların hepsini yaptık. 

 Zaten mesleğe polis muhabiri olarak başlıyorsunuz

O zamanlar polis muhabirliğinden geçmeyeni muhabir kabul etmezlerdi. Polis muhabirliği hem ataklığı, hem zekâyı, hem araştırmayı gerektiriyor. Polis muhabiri oldum, sonra olay muhabiri oldum. Gazeteciliğin mesaisi uzundur, tatili yoktur, arkadaşın çoktur, muhitin geniştir ama özel hayatınla onunla arkadaşlık yapmaya zamanın yoktur. Kimseyle sözleşemezsin. 

 Böyle bir hayat yaşayıp, “Keşke daha mesaisi olan bir iş yapsaydım” dediğiniz oldu mu?



 



 



 



Hiç demedim ama bazı günler kızıyorduk. Yazı işlerinde Doğan Heper ile beraberdik. O zaman başımızda efsane gazeteci Turhan Aytul vardı.  Bir gün Doğan ile sinirlendik, “Biz eşek gibi çalışıyoruz, üç kuruş para alıyoruz. Adamlar tepeden geliyor, üç misli para alıyor” diye Turhan Aytul’a sitem ettik. Gözlerini aça aça, “Bana bakın, Bab-ı Ali’de iki tür insan vardır. Biri tepeden gelir, kaymağını yer, biri de hamallığını yapar. Siz hamalsınız” dedi. Yapacak bir şey yok. Böyledir Bab-ı Ali… 

 Aslında etrafında olup bitenler, takip ettiklerin hep kötü olaylar… Bir bakıma bütün bu negatifleri de hayatına çekiyorsun…

Mesela büyük bir kaza oluyor. Gidip, adamların kimliğini saptamak için ceplerini karıştırıp kimliğini buluyorsun. Mecbursun, onları bulmadan gazeteye dönersen şef seni yerin dibine sokar. Cinayet evine giriyorsun, çatışma evine giriyorsun, oradaki insanların albümlerinden fotoğraf alıyorsun, sonra iade ediyorsun ama orada onu yapmak zorundasın. Mesleğin gereği bu. 

 Tersten sorayım, kimler gazeteci olamaz?

Şöyle bir laf vardı: Gazeteci olunmaz, doğulur! Belli ölçülerde doğrudur. Bir kere sevmek lazım. İkincisi kafanı çok yönlü işletmen lazım. Üç hızlı olman lazım. Bazı günler gazetenin manşetini bulmak için 4-5 saat kafa patlatır, bulamayız. Bir gün yine öyle bir gün. Manşeti bulduk, lafı bulamıyoruz. O sırada çay götürüp getiren Ali Bey girdi odaya. Bardakları koydu, biraz da meraklıydı. Dinliyor da, birden ortaya bir laf attı, işte manşet oldu. 

Üç gazetede çalıştınız. Milliyet, Güneş ve Hürriyet… 

Evet, bak, biz Milliyet’i 500-600 haber arasından seçip yapardık. Güneş’te bu rakam 250’lere düştü. Hürriyet’e geldim, 1500 haber… Onun içinden tabii ki daha güzel manşet çıkarıp, daha güzel sayfalar yapabiliyorsun. Hürriyet gerçekten çok büyük bir gazete. Kitapta da var. İnönü ile bir kokteylde karşılaştım. Şen şakraktı. “Hayrola” dedim. “Bugün sizin gazetede manşetim. Telefonlar kitlendi, santral iptal oldu. Ben bir sürü gazetede manşet oluyorum ama böyle bir tepki olmuyor” dedi. Bu Hürriyet’in etkisi işte. Sebebi kitle gazetesi olması. Merkezdeki adam da, sağdaki adam, soldaki adam, uçtaki adam da alıyor.



 



 



 



 Anneniz başta gazeteciliği meslek olarak kabul etmiyormuş…

Annem çok enteresan bir kadındı. Arkadaşları “Çocuklarınız ne iş yapıyor” diye sorduklarında, “Küçük kızım eczacı, büyük kızım arkeolog” diyormuş. “Peki oğlunuz” diye sorduklarında “O da gazeteci” diyormuş. “Anne neden böyle diyorsun” diye sorardım, “Napayım oğlum, gazetecilik öyle eczacılık, doktorluk gibi meslek değil ki” dedi. Zamanla alıştı. Babam da benimle çok gurur duydu

 İki büyük gazeteci; Abdi İpekçi ve Çetin Emeç suikaste uğradığı dönemde birlikte çalışıyordunuz. Ne yaşadınız o günlerde?

Tabii çok dramatikti. Abdi Bey’in öldüğü saatlerde ben evdeydim. Apar topar Şişli Etfal’deydi. Hepimiz ağlaya ağlaya gazeteye gittik. Ondan sonra gazetede “Olayı nasıl vereceğiz” diye konuşuyoruz. Ercüment Bey çok ürktü. Yıllarca beraber çalıştığı, çok sevdiği arkadaşı öldürülmüş. O da bir travma içinde. Turhan Aytul’a diyor ki, “Haberi büyütme, daha da üstümüze gelmesinler…” Turhal Aytul da zorda kalıyor. �


Gazetecilik gurur duyulacak meslektir

 



 

O sırada gazeteye başsağlığı için Erol Simavi geliyor

Ercüment Bey ile arka tarafa çekildiler, konuştular. Sonra Erol Bey, bizim tarafa geldi. Yazı İşleri masasının yanında bir telefon vardı, oradan gazeteyi aradı. Gece sorumlusuna, “Yarın Hürriyet’in başlığı siyah olacak” dedi. Karşısındaki itiraz etti herhalde, “Sen ne diyorsun kardeşim, Babıali prensini kaybetti” dedi. Turhan abi o zaman sayfayı patlattı, Ercüment Bey’i dinlemedi. 



 



 



 



 Abdi İpekçi ekolü diye güçlü gazetecilik anlayışı vardı, değil mi?

İlkelerine, etik kurallarına bağlı, haberde çifte kontrol sistemini getiren adam. Bir grev haberi yapılıyorsa, işçinin de görüşü olacak, işverenin de… İki tarafın görüşü yoksa o haberi koydurmazdı. 

 Çetin Emeç nasıldı?

Çok iyi bir gazeteciydi. Dinamik gazete yapardı. Abdi Bey zamanında yorumlu başlık atılmazdı. Çetin Bey’de yorumlu başlık atılmaya başlandı. Bir fikir atarsın, hemen kapar, çok zeki adamdı. Huysuzdu ama çok çalışkandı… Bir gün dedi ki, “Tufan haftada bir çok tartışılacak söyleşiler yapalım, kim yapar” dedi. “Bunu bir kişi yapar, Emin Çölaşan” dedim. Çünkü o ukaladır, rahatsız edici ters sorular sorar, mükemmel yapar bu iş… Hemen aradı ve söyledi. Emin öyle meşhur oldu. 

 Aydın Doğan dönemi hakkında ne söylersiniz peki?

O dönemde çok büyük sürprizdi Milliyet’in satılması. Gazeteciler endişeliydi çünkü Aydın Bey gazete patronu değildi. Ama çok zeki bir adam, kısa zamanda benimsedi ve çok iyi idare etti. Gazetenin yayın politikasına, haberlere, yazarlara hiç karışmadı. Satıştan dolayı endişeyle beklenen tiraj düşmesi olmadı. Hürriyet’i satın aldığında artık deneyimli bir Babıâli patronu olmuştu zaten. İki gazete de büyüktü ama onun döneminde parasal durumları daha dengeli hale gelerek daha da büyüdüler.

 Bütün gazeteler şimdi Cağaloğlu dediğimiz Babıali'de. Gazetecilerin dostlukları sağlamdı. Buna rağmen birbirlerine haber atlatmaya çalışırlardı. Şimdi nasıl?

İşin kuralı bu. Keşke bütün gazeteler orada kalmayı sürdürseydi. Çünkü orada halkla iç içeydik. Birçok insan gazeteleri ziyaret eder, kahvemizi içerdi. Oradan haber de çıkardı. Plazalara taşındıktan sonra halktan koptuk. Çıkarsın ayakkabını boyatır, boyacıyla sohbet edersin. Eczanen, kebapçın, berberin vardır orada. İnsanlarla haşır neşir olursun, nabzı ölçersin. Artık birbirimizle konuşuyoruz sadece. Özel haber çıkarmak için halkla ilişkin olması lazım. Polis muhabiriyken İstanbul’daki karakolları A’dan Z’ye günde 2 kere arardım. “Ne var, ne yok” diye sorardık. Bir pazar günüydü. Gazeteye geldim. Yine başladım karakolları aramaya. Maltepe Karakolu’nu aradığımda yine sordum, “Ne var ne yok” dedim, “Arkadaşlar gittiler, daha bir haber gelmedi ama galiba bir terörist bir kızı rehin almış” dedi. 

 Ne çıktı altından?

Hemen gittik olay yerine. Mahir Çayan ile Hüseyin Cevahir’in Sibel Erkan’ı kaçırma olayı. İlk giden biziz, öyle yakaladık haberi. Her gün iki kez aradığım için kaçırmam mümkün değildi. 

 VEHBİ KOÇ’UN YEMEK ISMARLADIĞI GECE 

Bebek Bar’da toplanırdık. Orada insanlar birbirini çağırırdı. Vehbi Bey de geldi, çok hoşuna gitti. Devamlı gelmeye başladı. Oranın bir kuralı vardı: İlk gelenden para alınmaz, sonraki gelişinde hesaba katılır. Vehbi Bey de bunu bilmiyor, yiyor, içiyor, gidiyor. Bir gün Hasan Pulur, “Beyefendi, beyefendi burası söğüt gölgesi değil” dedi. Vehbi Bey anlamadı. Pulur  “E burada hesap ödeniyor, siz yiyor, içiyor, gidiyorsunuz” deyince, “Öyle miii, ben bilmiyordum. O zaman bir dahakine hepsini ben öderim, ödeşiriz” karşılığını verdi. Arkadaşlar "bir sonrakine masayı donatalım" dedi. Bir masa ki, inanılmaz. Vehbi Koç masayı gördü, anladı, bir şey demedi oturdu. Oradan Vitali Hakko bir şey söylüyor, “Sen sus eşarpçı” diyor, Feyyaz Tokar bir şey diyor, “Sen sus otobosçu” diye onu da tersledi. Herkesi fırçaladı, sonra gitti, giderken, “Divan Oteli’ne yollayın” dedi. 

 "TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR’İN HİKÂYESİ

 Sedat Simavi Hürriyet’i çıkarmaya karar verdiğinde kadroyu kurma işini oğluna veriyor. Sedat Simavi’yi ben tanımadım ama çok dürüst adammış. "En iyisini yapalım" deyince, en iyi mürettiphane Cihat Baban’ın gazetesinde diye, gidip oradaki ekibi transfer ediyor. Gazetenin çıkmasına birkaç gün kala, Sedat Bey bir iş için Ankara’ya gidiyor. Cihat Baban ile karşılaşıyorlar. “Bak Cihat, başkasından duyma benden duy. Gazetenin teknik kadrosunu kurma görevini bizim Haldun üstlendi. Senin mürettiphane çalışanlarıyla anlaşmış. Haberin olsun, önlemini al” diyor. Cihat Baban çok öfkeleniyor ve “Bana bak Sedat, bunu asla affetmem. Bak göreceksin sana öyle bir iftira atacağım ki ömür boyu ondan kurtulamayacaksın. O leke üstünde damga gibi kalacak” diyor. Kısa süre sonra Hürriyet her eve girmeye başlıyor. Cihat Baban yapacağını yapıyor. Gazetesinde Simavi ailesinin çıkardığı Hürriyet’in Yahudi sermayesiyle kurulduğunu iddia ediyor. Bu iftira kısa zamanda tüm ülkeye yayılıyor. O zaman bu makineleri Türkiye’ye getiren Burla Biraderler. Başka alacak yer yok. Ama parasını verip, makine satın almışlar. Bunu silebilmek için Sedat Bey emir veriyor, “Türkiye Türklerindir” deyip, logoya Atatürk ve Türk bayrağı koyduruyor.

YORUMLAR

  • 0 Yorum