İnsan kılıklı barbarlık mı geliyor

Slovaj Zizek’in, “salgının yarattığı en büyük tehdit, insan kılıklı barbarlıktır başlıklı” yazısının çevirisi Ayşen Tekşen tarafından yapıldı.

 İnsan kılıklı barbarlık mı geliyor
30 Mart 2020 - 10:06 - Güncelleme: 30 Mart 2020 - 17:41
“İmkânsız olan gerçekleşti ve bildiğimiz dünyamız kendi etrafında dönmeye son verdi. Ama koronavirüs salgını bittiğinde nasıl bir dünya düzeni ortaya çıkacak –zenginler için sosyalizm, felaket kapitalizmi ya da yepyeni bir şey mi?



Bugünlerde bazen kendimi virüs kapmayı isterken yakalıyorum –böylece, en azından insanı güçsüz kılan belirsizlik son bulacak. Anksiyetemin nasıl büyüdüğünün en net işaretlerinden biri uykuyla ilişkim. Bir hafta öncesine kadar hevesle geceyi beklerdim: Sonunda uykuya sığınabilir ve günlük yaşamdaki korkularımı unutabilirdim. Şimdi neredeyse tam tersi: Düşlerimde kâbuslar görerek panik içinde uyandığımdan uykuya dalmaktan korkar oldum -beni bekleyen gerçekle ilgili kâbuslar.

Hangi gerçek? Alenka Zupancic onu çok güzel formüle etti ve onun düşünce dizisini sürdürmek isterim. Bugünlerde sık sık, sürmekte olan salgının sonuçlarıyla başa çıkmayı gerçekten istiyorsak, köklü sosyal değişikliklere gerek olduğunu duyuyoruz (bu mantrayı yayanlardan biri de benim.) Ama köklü değişiklikler zaten gerçekleşmekte.

Koronavirüs salgını bizi imkânsız olduğunu düşündüğümüz bir şeyle karşı karşıya bırakıyor. Günlük yaşamlarımızda buna benzer bir şey olacağını hayal bile edemezdik –bildiğimiz dünya dönmeye son verdi, tüm ülkeler tecritte, pek çoğumuz evlerimizde kapalı kaldık (ama bu minimal güvenlik önlemini bile karşılayamayacak olanlar ne olacak?) ve hayatta kalanların çoğunu dev bir ekonomik krizin beklediği belirsiz bir gelecekle yüz yüzeyiz.

Bunun anlamı, tepkimizin bir -yandan da- imkânsızı yapmak olması gerektiğidir –mevcut dünya düzenimizin koordinatları içinde imkânsız görünen şeyi.

İmkânsız gerçekleşti, dünyamız durdu ve şimdi en kötüsünden kaçınmak için imkânsızı yapmamız gerek. İyi ama o “imkânsız” nedir?

En büyük tehdidin açık barbarlığa, toplumsal kargaşalarla birlikte hayatta kalmacı vahşi şiddetimize, panik lincine vb. bir gerileme olduğunu düşünmüyorum (gerçi, sağlık ve diğer bazı kamusal hizmetlerin olası çöküşüyle bu da pekâlâ mümkün olabilir.) Açık barbarlıktan ziyade insan kılıklı bir barbarlıktan korkuyorum –üzüntü ve hatta sempatiyle yürürlüğe koyulan ama uzman görüşleriyle meşrulaştırılan, hayatta kalmacı gaddar önlemler.

En güçlünün hayatta kalması



Dikkatli bir gözlemci, iktidarda olanların bize hitap etme tonundaki değişikliği kolayca fark eder: Yalnızca serinkanlı ve kendinden emin görünmeye çalışmakla kalmıyor ama aynı zamanda düzenli olarak vahim tahminler dile getiriyorlar –salgın iki yıl boyunca seyrini sürdürecek gibi görünüyor ve virüs sonunda, milyonlarca ölüyle, küresel nüfusun yüzde 60-70’ine bulaşacak.

Kısacası, iktidarların gerçek mesajları sosyal etiğimizin temel öncülünü kırpmamız gerekeceği şeklinde: Yaşlı ve hastaların bakımını. Örneğin, virüs krizinin daha da kötüleşmesi durumunda 80 yaş üstü hastalar ya da ağır hastalığı olanların ölüme terk edilmesi İtalya’da zaten önerilmiş bulunuyor.

Bu “en güçlünün hayatta kalması” mantığını kabul etmenin, onları kurtarma şansı minimum olsa da çatışmadan sonra önce ağır yaralılara bakılması gerektiğini söyleyen, en temel askeri etik ilkesini bile nasıl ihlal ettiği görülmelidir. (Ancak, yakından bakıldığında bu bizi şaşırtmamalı: Hastaneler daha şimdiden aynı şeyi kanser hastaları için yapıyor.)

Yanlış anlamaya yol açmamak için, bu konuda katı bir realistim –onları gereksiz acılardan kurtarma amacıyla, ölümcül hastalara zahmetsiz bir ölüm sağlayacak ilaçlar bile planlanmalıdır. Yine de, birinci önceliğimiz ekonomi yapmak değil ama yardıma ihtiyacı olanların yaşamalarını sağlamak için maliyetine bakmaksızın, kayıtsız şartsız yardım etmek olmalıdır.

Dolayısıyla, sürmekte olan krizde aşağıdakilerin işaretini gören İtalyan felsefeci Giorgio Agamben’e katılmıyorum: “Toplumumuz artık hiçbir şeye değil ama salt yaşama inanıyor. Hastalanma tehlikesi karşısında İtalyanların pratik olarak her şeyi gözden çıkarma eğiliminde oldukları açıktır –normal yaşam koşulları, sosyal ilişkiler, iş, hatta arkadaşlıklar, sevgiler, dini ve politik inançlar. Salt yaşam -ve onu kaybetme tehlikesi- insanları birleştiren değil onları kör eden ve ayıran bir şeydir.”

İşler çok daha çifte-değerlidir: Aynı zamanda insanları BİRLEŞTİRİR DE –bir virüs taşıyıcısı da olabileceğimden bedensel bir mesafeyi korumak başkalarına saygı göstermektir. Bana bulaştırmaktan korktukları için oğullarım artık benden uzak duruyor (onlar için gelip geçici bir hastalık olan şey benim için ölümcül olabilir.)

Kişisel sorumluluk



Son günlerde, tekrar tekrar her birimizin sorumlu olduğunu ve yeni kurallara uymamız gerektiğini duyuyoruz. Medya, yanlış davranan ve hem kendini hem de başkalarını tehlikeye atanların hikâyeleriyle dolu (bir genç bir dükkana girdi ve öksürmeye başladı vb.) Buradaki sorun medyanın kişisel sorumluluğumuzu (eski gazetelerin hepsini geri dönüştürdün mü vb.) tekrar tekrar vurguladığı ekoloji alanındakiyle aynıdır.

Bu şekilde bireysel sorumluluğa odaklanmak -gerekli olsa bile- tüm ekonomik ve sosyal sistemimizi nasıl değiştirmeli şeklindeki büyük soruyu karartmaya hizmet ettiği anda ideoloji olarak işlev görür. Koronavirüsle mücadele ancak ideolojik aldatmacalarla mücadeleyle birlikte ve genel ekolojik mücadelenin bir parçası olarak yürütülebilir. UCL’de ekoloji ve biyoçeşitlilik başkanı Kate Jones’un dediği gibi, hastalığın yaban hayattan insana geçişi “insanın ekonomik gelişiminin gizli maliyetidir.”

Jones, “Her ortamda bizden çok fazla kişi var. Büyük ölçüde el değmemiş yerlere gidiyor ve giderek daha fazla maruz kalıyoruz. Virüslerin daha kolay aktarıldığı habitatlar oluşturuyor ve sonra yenilerini görünce şaşırıyoruz” diye ekler.

Dolayısıyla, insanlar için bir tür küresel sağlık hizmeti oluşturmak yeterli değildir, doğa da buna dahil edilmelidir –virüsler patates, buğday ve zeytin gibi ana besin kaynağımız olan bitkilere de saldırır. İçerdiği tüm çelişkilerle, içinde yaşadığımız dünyanın küresel resmini her zaman akılda tutmamız gerekir.

Örneğin koronavirüs nedeniyle Çin’de uygulanan tecridin virüsün öldürdüklerinden daha fazla sayıda hayat kurtardığını bilmek iyidir (kuşkusuz, resmi ölüm istatistiklerine inanıyorsanız): Çevre kaynakları ekonomisti Marshall Burke, kötü hava kalitesi ile o havayı solumakla ilişkili zamansız ölümler arasında kanıtlanmış bir bağ olduğunu söyler. Burke, “Buradan yola çıkarak, Covid-19’dan kaynaklanan ekonomik bozulma sonucunda kirlilikte oluşan bu azalma nedeniyle kurtulan yaşamların sayısının virüsün kendisinden kaynaklanan ölümlerin sayısından fazla olup olmadığı sorusu –tuhaf olmakla birlikte- doğaldır. Çok ihtiyatlı varsayımlarla bile yanıtın net bir evet olduğunu düşünüyorum” der.

Kirlilik seviyesinde yalnızca iki aylık düşüşün yalnızca Çin’de beş yaşın altında 4 bin çocuk ve 70 yaş üstünde 73 bin yetişkinin hayatını kurtarmış olmasının mümkün olduğunu söyler.

Üçlü kriz: Tıbbi, ekonomik, zihinsel



Üçlü bir krize yakalandık: Tıbbi (salgının kendisi), (salgın sonucu ne olursa olsun kötü vuracak olan) ekonomik ve (küçümsenmemeli) zihinsel sağlık –milyonlarca insanın yaşamının temel koordinatları parçalanıyor ve ortaya çıkacak olan değişiklik uçuştan tatillere, günlük bedensel temaslara dek her şeyi etkileyecek.

Borsa ve kâr koordinatları dışında düşünmeyi öğrenmeli ve gerekli kaynakları üretme ve dağıtmanın başka bir yolunu bulmalıyız. Diyelim ki, yetkililer bir şirketin milyonlarca maske sakladığını, satmak için doğru anı beklediğimi öğrendiğinde şirketle görüşmeler olmamalı – doğrudan maskelere el koyulmalı.

Medya, Trump’ın aşıyı “yalnızca ABD’ye” ayırması için Tubingen merkezli CureVac şirketine 1 milyar dolar teklif ettiğini bildirdi. Alman Sağlık Bakanı Jens Spahn, CreVac’ın Trump yönetimi tarafından devralınmasının “masada olmadığını” belirtti: CureVac “tekil ülkeler için değil tüm dünya için” bir aşı geliştirecekti. Burada barbarlık ve uygarlık arasındaki mücadelenin bir örneğini görüyoruz. Ama aynı Trump, özel sektörün acil durum tıbbi malzemelerinin üretimini artırabilmesini sağlama konusunda hükümete izin veren Savunma Üretimi Yasasını da yürürlüğe koyacaktı.

Bu hafta başında Trump özel sektörü devralma önerisini açıkladı. Salgın karşısında özel sektörü yönlendirmek için hükümete izin veren bir federal hükmü yürürlüğe koyacağını söyledi. “Gerek duyduğumuzda” ulusal sanayi üretimini yönetme yetkisini kendisine veren bir yasayı imzalayacağını da ekledi.

Birkaç hafta önce “komünizm” sözcüğünü kullandığımda benimle dalga geçildi ama şimdi “Trump özel sektörü devralmak için teklifler açıklıyor” –bir hafta önce böyle bir başlık hayal edebilir miydiniz?

Ve bu yalnızca başlangıç –benzer pek çok önlem bunu izleyecek ve eğer devlet tarafından yönetilen sağlık sistemi bu kadar baskı altındaysa, kendiliğinden örgütlenen yerel komiteler de gerekli olacaktır. Yalnızca tecrit olmak ve hayatta kalmak yeterli değildir –bazılarımızın bunu yapabilmesi için temel kamu hizmetlerinin çalışması gerekir: Elektrik, yiyecek ve ilaç temini… (Oldukça yakın bir zamanda, acil kamu hizmetinde seferber edilebilmeleri için kimlerin iyileştiği ve kimlerin en azından bir süreliğine bağışık olduğuna dair bir listeye ihtiyacımız olacak).

Bu bir ütopik komünist hayal değil, salt hayatta kalma gerekliliklerinin dayattığı bir komünizmdir. Ne yazık ki, bunun bir versiyonu 1918’de Sovyetler Birliğinde “savaş komünizmi” olarak adlandırılmıştı.

Hep söylediği gibi, krizlerde hepimiz sosyalistiz –Trump yönetimi bile bir tür UBI (Temel Gelir), her yetişkin vatandaşa bin dolarlık bir çek seçeneğini değerlendiriyor. Tüm piyasa kuralları çiğnenerek trilyonlar harcanacak –ama nasıl, nerede ve kimin için?

Bu zorunlu sosyalizm, zenginler sosyalizmi mi olacak? (2008’de milyonlarca sıradan insan küçük birikimlerini kaybederken bankaların kurtarılmasını hatırlayın.)

Salgın, Kanadalı yazar ve sosyal aktivist Naomi Klein’ın “felaket kapitalizmi” olarak adlandırdığı uzun, üzücü hikayede bir bölüme mi indirgenecek ya da yeni (belki daha mütevazı ama aynı zamanda daha dengeli) bir dünya düzeni mi doğacak?”

(Çeviri: Ayşen Tekşen) 

Slovaj Zizek kimdir?



Slavoj Zizek 1949’da o tarihte Yugoslavya’nın bir parçası olan Slovenya’da doğdu. Sosyolog, filozof ve kültür eleştirmeni.

Felsefe doktorasını Ljubljana’da aldı ve Paris Üniversitesi’nde psikanaliz eğitimi gördü. 1990 yılında Slovenya Cumhuriyeti Başkanlığı için Slovenya Liberal Demokrat Partisi’nin adayıydı.

Zizek popüler kültürün yeniden okunmasında Jacques Lacan’ın çalışmalarını kullanmasıyla ünlü. Şu konuları da içeren sayısız konuda yazmaktadır: İdeoloji, köktendincilik, hoşgörü, politik doğruluk, küreselleşme, öznellik, insan hakları, Lenin, mit, internet, postmodernizm, çokkültürlülük, post-marksizm, David Lynch ve Alfred Hitchcock.

Kaynak: https://www.rt.com/op-ed/483528-coronavirus-world-capitalism-barbarism/

Dünyalılar




 

YORUMLAR

  • 0 Yorum