Ne oldu da böyle oldu?

Tarihin akışını değiştirecek bir zaman makinesi henüz icat edilmediği için öyle olmasaydı, böyle olur muydu? sorusunun yanıtını bugün bilebilmenin olanağı yok. Ama Osmanlı, Piri Reisleri, Takiyüddinleri asmayıp besleyen bir devlet düzeni kurabilmiş olsaydı dünya çok farklı olabilirdi diyebilirdik

Ne oldu da böyle oldu?
18 Mart 2023 - 11:17

 

Türkiye'nin "uzaydaki faaliyetlerini" yürütmek üzere bir kurumu var. Adı Türkiye Uzay Ajansı. İnternet sitesinden edindiğim bilgiye göre, bu kurumun amacı "uzay ve havacılık bilimi ve teknolojilerine yönelik stratejik planlar hazırlamak". Bir de "milli uzay programı" yönetiyor. Kurumun başkanı bir uçak mühendisi olan Serdar Hüseyin Yıldırım. Böyle bir kişinin varlığından haberdar olmamın nedeni, yaşadığımız deprem felaketi oldu. Depremin ardından ortalığı kaplayan çeşitli komplo teorileri arasında birinciliği Serdar Hüseyin Bey'in geçen yıl katıldığı bir kongrede yaptığı açıklamalara verdim.

Serdar Hüseyin Bey'in anlattığına göre uzaydaki uydulara yerleştirilmiş bir silah var. Bu silah, 10 metrelik titanyum alaşımlı ok şeklinde çubukları, gerekli görüldüğünde dünyadaki belli yerlere fırlatmak için yapılmış. Çubuklar dünyaya fırlatılınca yerin 5 kilometre kadar altına kadar iniyorlar ve 7-8 şiddetinde deprem yaratabiliyorlar. Serdar Hüseyin Bey'in açıklamaları arasında titanyum çubukların boyunu bulabildim ancak çaplarını bulamadım. Onun için sizlere oturup her bir çubuğun kaç kilogram gelmesi gerektiği ile ilgili bir hesaplama yapamıyorum. Ve bugünkü bilgilerimizle böyle bir yükü uzaya taşımak bile çok ama çok büyük maliyeti gerektiriyor kaldı ki çubuklar da bir uzay istasyonunda değil, yörüngedeki bir uyduda tutuluyor.

Öte yandan "uydudan fırlatılan çubukların" atmosfere girişi sırasında yanmasını önleyebilmek, bu çubuklara bazı motorların takılmış olabilmesiyle mümkün ki atmosfere girişleri sırasında yanmamalarını sağlayacak açı ayarlamaları yapılabilsin. Ayrıca her bir titanyum çubuğa, ısı kalkanları da konulmuş olmalı ki bu da uzayda yörüngedeki bir uyduda tutulması gereken ağırlığı daha da artırıcı bir faktör. Böyle bir silahı üretebilmek ve bunu uzayda hem de düşük yörüngeli bir uyduda ne zaman kullanılacağı belli olmadan süresiz olarak tutabilmek ancak bir süper gücün başarabileceği bir iş. Bunlar da bugünkü uzay faaliyetlerine bakarsak ya ABD olabilir ya Rusya ya da Çin.

Piri Reis ilk olarak 1513'te hazırladığı Dünya haritasını, 1528 yılında geliştirerek yenilemişti.

Ve işin doğası gereği bu teknoloji son derece sıkı korunuyor olmalı ki rakip süper güçler de benzerlerini üretemesin. Ama o da ne? Serdar Hüseyin Bey bu silahın planlarını da gördüğünü söylüyor. Yani Dünya Casusluk Tarihi'ne geçebilecek bir başarı da var burada. Bu arkadaşımız Türkiye Uzay Ajansı Başkanı sıfatını taşıyan bir mühendis. Ve böyle bir komplo teorisini, "planlarını gördüm" demeyi de ihmal etmeden ortaya atıveriyor.

254 yıl önceydi...

Serdar Hüseyin Bey'i ve bu engin hayal gücünü yazının sonunda tekrar buluşmak üzere şimdilik burada bırakıp 254 yıl öncesine gidelim. 3 Haziran 1769 gününe. Bu tarihi önemli bir gün yapan şey gökbilimci Charles Green'in Büyük Okyanus'taki Tahiti adasında teleskobu ile Venüs'ün Güneş'in önünden geçişini izlemesiydi. Bu çok ender astronomik olay neredeyse 100 yılda bir gerçekleşiyordu. Bundan sonraki geçiş 11 Aralık 2117 günü gerçekleşecek ve Allah bizlere ne kadar uzun ömür verirse versin bu tarihi bu yazıyı yazan da dahil okuyanların hiçbiri göremeyecek. Gökbilimciler Dünya üzerindeki iki ayrı noktadan Venüs geçişi izlenebilirse, Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin tam olarak hesaplanabileceğini bulmuşlardı. Bu amaçla İngiliz Hükümeti, bilim insanlarından oluşan bir topluluğun da desteğiyle Venüs geçişini gözlemek için Güney yarımküreye bir gemi göndermeye karar vermişti.

Sonucun başarılı olması halinde bütün Güneş Sistemi'nin büyüklüğü belirlenecek, ardından da en yakın yıldızlara olan uzaklığımız doğru olarak hesaplanabilecekti. Keşif heyetinin başına Kaptan James Cook getirilmişti. Gemisinin adı da Endeavour idi. Kaptan'a hayranlığım, babamın ilkokul son sınıfta bana hediye ettiği bir kitaptan beri sürüyor: Kâşifler ve İcatlar! Çocukken onun gibi bir kaptan olmayı hayal etmiştim. Antalya'da Mermerli sahilinde hayallere dalar, yelkeni basıp o lacivert sulara açılacağım günü beklerdim. Hayallerimin yanına bile yaklaşamadım, o da ayrı mesele.

Endeavour gemisinde asker ve gemiciden daha çok bilim insanı ve gözlemci vardı. Ve zamanın dünya haritasını değiştiren keşiflerin yanı sıra bilinmeyen yüzlerce bitki, böcek, hayvan resimleri çizilerek, örnekleri toplanarak, tasnif edilmiş, isimlendirilmişti. Britannica onun için şunu yazmıştı: "Keşif çalışmaları, denizcilik, haritacılık, mürettebatın bakımı ve yerlilerle ilişkiler konularına yeni anlayışlar getiren Cook, dünya haritalarını barışçıl yöntemlerle en büyük değişikliğe uğratan kişi olarak tarihe geçmiştir." Gökbilimci Green, bu yolculuk sırasında iskorbüte yakalanacak, gemiden sağ olarak inmeyi başaramayacaktı. Green'i rahmetle anarak burada bırakıp ondan da 194 yıl öncesine gidelim. Tarih 19 Eylül 1575. Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği Selimiye Camii'nin ibadete açılmasından altı ay sonra! 16. yüzyılda Osmanlıların bilim alanına en önemli katkıları deniz coğrafyası alanında oldu.

Talihsiz rasathane

Piri Reis'in Kitab-ı Bahriyesi ve Seydi Ali Reis'in "Muhit" isimli kitabı. 16. yüzyıldaki bir diğer önemli bilimsel hamle ise Tophane sırtlarında, bugünkü Galatasaray Lisesi'nin civarında bir yerde bir rasathanenin kurulmasıydı. Müneccimbaşı Takiyüddin Bin Ahmed, Sultan III. Murad'a başvurarak ahkâm takvimini, yılın eşref saatlerini ve ramazanı, imsakiyeyi, bayram günlerini daha doğru tespit etmek için İstanbul'da bir rasathane kurulmasını dilemişti. Ancak bu iznin verilmesi ve rasathanenin kurulması ulemayı rahatsız etmişti. 1577 yılındaki kuyruklu yıldızın geçişi, 1578'de İstanbul'daki büyük veba salgını gibi olaylar rasathaneden kaynaklanan uğursuzluğa bağlanmıştı. Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa 1579'da öldürülünce Sultan'ı "gökleri rasat etmenin uğursuzluğuna inandırmak" ulema için kolaylaşmış ve rasathanenin bütün binaları, yerinde izi bile kalmamacasına 1580 yılının şubat ayında yerle bir edilmişti. Rasathane ulema tarafından yıktırılmayıp ayakta kalabilseydi ve Türklerin astronomi ile ilgisi o günden bugüne hiç kesintiye uğramamış olsaydı, bugün bir palavracı Türkiye Uzay Ajansı'nın başında olabilir miydi?

Rasathane ayakta kalabilmiş ve astronomi çalışmaları devam edebilmiş olsaydı, Türkler Green'den çok daha önce bütün bu gözlemleri ve hesaplamaları yapabilirlerdi gibi geliyor bana. Ama hemen karar vermeyelim, devam ediyoruz. Kaptan Cook'tan 250 yıl önce Gelibolu'da denizci bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Muhiddin Piri (daha sonra Piri Reis olarak ünlenecekti) 1513 yılında ilk dünya haritasını çizdi. O dönemde bilinen en başarılı denizcilik kitaplarından birisi olan Kitabı Bahriye'yi yazdı. 1528 yılında bugünkü bilgilere en yakın doğrulukta ikinci bir dünya haritası daha çizdi.

Meyve verdi ve...

Bu haritadan günümüze yalnızca 68'e 69 cm. boyutlarında bir parça kalabildi. Bütün bunları yaparken bir yandan da Osmanlı donanmasına kumanda ediyordu. 1550'li yıllarda Süveyş'teki Osmanlı Donanması'nın başındaydı. Portekizlilerden Aden'i almış ve önemli bir üs olan Maskat'ı da ele geçirmişti. Bu başarılarını çekemeyen Basra Beylerbeyi Kubad Paşa tarafından dinsizlikten tutun da padişah olmaya heveslenmek gibi bir dizi suçla suçlandı ve İstanbul'dan gelen bir Padişah Fermanı'yla Kahire'de idam edildi. Şu soru yıllardır aklımı kurcalar: Piri Reis, Kahire'de boynunu yağlı ilmiğe vermek zorunda kalmasaydı ne olurdu? Tahminim o ki zamanın en büyük deniz gücü Portekiz ile girdiği rekabet onu kaçınılmaz olarak Afrika kıyılarına hatta belki Atlantik'e sürükleyecekti.

Portekiz ve İspanya'nın o kıyılarda neler çevirdiğini merak edecek ve bir gün "Vira bismillah" deyip büyük olasılıkla Güney Amerika'ya kadar da gidecekti. Hayal bu ya! Aztek ve Maya medeniyetleri ile karşılaşacaktı Osmanlı denizcileri. Zamanın Avrupa'sını zenginleştirip güçlendiren altın, gümüş ve başka maden ve bitkilerden Osmanlı da payını alacaktı. Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalacak bazı Güney ve Kuzey Amerika kabileleri de olacaktı haliyle. Yeni tanışılan bir kültürün etkilediği eski kıta insanları arasına Osmanlılar da girecekti. Belki orada ele geçirdiği bir toprakta kendi padişahlığını da ilan edecekti: Latin Amerika'da bir Müslüman Türk devleti! Belki bugün Latin Amerika'da İspanyolca ve Portekizcenin yanı sıra Türkçe de konuşuluyor olacaktı.

Belki bugün Aztek ve Maya uygarlıklarını yok etmek ya da Kızılderili soykırımı yapmakla da suçlanacaktık. Tarihin akışını değiştirecek bir zaman makinesi henüz icat edilmediği için "öyle olmasaydı, böyle olur muydu?" sorusunun yanıtını bugün bilebilmenin olanağı yok. Ama sanırım şunu söyleyebiliriz: Osmanlı, Piri Reisleri, Takiyüddinleri "asmayıp besleyen" bir devlet düzeni kurabilmiş olsaydı bugün dünya çok farklı olabilirdi. Şimdi gelin 1615 yılına gidelim. Yer Moskova'da o yıllarda Çar'ların kullandığı Terem Sarayı'nın silahhanesi. Olayın kahramanları: Çar Mihail, Çar'ın uzak kuzeni ve silahtar Saltıkov ve Çar'ın evlenme kararı aldığı, sonradan adı Çariçe Anastasya olacak Marya Hlopova'nın amcası Hlopov.

Türklerin ustalığı

Bu üçlü, sarayın silahhanesinde Türklerden alınmış kılıçları inceliyorlardı. Saray silahtarı olarak aynı zamanda Silahhane yöneticisi de olan Saltıkov "böyle kılıçlardan biz de yapabiliriz" diye övündü. Çar, inceledikleri kılıcı Hlopov'a uzattı. Böyle bir kılıcı gerçekten yapabilip yapamayacaklarını sordu. Hlopov "bu kadar iyisini yapamayız" diye yanıtladı. Bunun üzerine Saltıkov kılıcı Hlopov'un elinden kaptı, ağız dalaşı giderek sert bir kavgaya dönüştü. Çar Mihail araya girmemiş olsaydı iki kelleden biri, ayaklarının dibine yuvarlanacaktı. Yılı tekrar hatırlatayım: 1615! 400 yıl önce Türkler gibi kılıç yapıp yapamayacaklarını dert edinen Ruslardan S-400 almak zorunda kaldık. O kılıçları yapanlar da ecdadımızdı, daha sonra Rusya'ya karşı girilen her savaşı kaybedenler de!

Müslümanlar neden Avrupalı Hristiyanların gerisinde kaldılar sorusunu, toplumsal baskının yarattığı korkulardan kurtulup artık ciddi ciddi tartışmamız gerekiyor. Neden 12-13-14. yüzyıllarda Osmanlı'dan çok daha geride kalmış olan Avrupa, son 400-450 yıldaki gelişmeyi gösterip dünyanın hâkimi olabildi? Bunda medresenin, üniversiteye evrilememiş olmasının rolü nedir? Osmanlı'da dini taassubun yerini bilim alabilmiş olsaydı, uzaydan gönderilecek metal çubuklarla deprem yaratılabileceğine inanan, kendisi inanmakla kalmayıp bir de üzerine "planlarını gördüm" diye sallayan biri Türkiye Uzay Ajansı'nın başında olabilir miydi? 


Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.


Mehmet Y. Yılmaz | Hafta Sonu

[email protected]

YORUMLAR

  • 0 Yorum