GÜNÜN YAZISI

GÜNÜN YAZISI

[email protected]

Yazarlığının 40’ıncı yılında Pınar Kür

30 Kasım 2016 - 21:57

En mutlu olduğu anlarda bile mutsuzluğu beklediğini söyleyen, ‘Asılacak Kadın’ gibi bir kitabı yazma ve onu mahkeme koridorlarında savunma cesaretini gösteren, bizi bazen polisiyenin, bazen siyasetin tam ortasına çeken romanlar yazan bir yazar Pınar Kür… Şimdi yazarlığının 40'ıncı yılını kutluyor. Daha yakından tanınmalı, çok yakından…

İPEK ÖZBEY YAZDI

TEMPO

 

Yuvarlak bir masa vardı evde. Etekleri püsküllü ipek örtü yerlere kadar uzanırdı. Kardeşi Işılar ile onun altına girer, gizlice insanları seyrederlerdi. Gizlenmek ve gözetlemek… Her ikisi de her zaman hayatında oldu. 1943 yılının bir bahar günü Bursa’da doğdu Havva Pınar Kür. Annesi Türk dili ve edebiyatı öğretmeni/şair İsmet Kür, babası Fransızca ve matematik öğretmeni Behram Kür’dü. Anne ve babası, meslekleri gereği yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptıklarından, Pınar’ın hayatı da bir orada bir burada geçiyordu. Bir Bursa’da, bir Bilecik’te, bir Zonguldak’ta, bir Ankara’da…

ŞİİR YAZMA İSTEĞİNİ YOK EDEN KİM?

Hayal kuran bir çocuktu. Nenesi de çok güzel masallar anlatırdı hani, hayal gücü iyi hikâyelerle beslenirdi. Bursa’yı hiçbir zaman sevmedi. Ama Zonguldak öyle değildi. Yine de oradan ayrılmak zorunda kaldılar. Babasının başı, solculuk yüzünden derde girmişti. 

Küçük yaşlardan itibaren yazmaya özendirildi. Okuma yazmayı okula gitmeden önce evde öğrendi. Ancak Ankara’da bir ilkokul öğretmeni vardı ki onun için aynı şeyi söyleyemeyecekti. Pınar Kür, ‘Aşkın Sonu Cinayettir’ kitabında Mine Söğüt’e o günleri şöyle anlatacaktı: “Benim Seniye Hanım diye bir öğretmenim vardı, çok kara kuru biriydi, ‘iyi hoca’ derlerdi ama benim içimdeki şiir yazma isteğini yok etti kadın!”

 



Aileden edebiyatçı

Durmadan yazdı Pınar Kür. Annesi İsmet Kür, teyzesi Halide Nusret Zorlutuna, teyzesinin kızı Emine Işınsu’ydu. Sadece yazmadı, birçok çeviri de yaptı.

 

İNGİLTERE VE ABD YILLARI

Annesi, çocuklarının İngilizce öğrenmesini istiyordu. Daha 1950’lerin başıydı. O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretmenler için, 'görgü bilgi artırma' diye bir programı vardı; başvuranları bir yıllığına yabancı bir ülkeye gönderiyorlardı. Orada bir araştırma yapıyor ve İngilizce öğreniyordun. İşte daha 30’larının başındaki İsmet Hanım, o programa başvurdu ve çocuklarını da alıp 1953’te İngiltere’ye gitti. Hem de hiç İngilizce bilmeden… Pınar Kür ve kardeşi, 30 kişilik Raymond School’da yatılı okumaya başladı. Bir yıldan fazla kaldılar Londra’da. İyi derecede İngilizce bildiği için Ankara’ya döndüklerinde Ankara Koleji’ne girdi. Burada da üç yıl yaşadılar, sırada Amerika vardı. Bu sefer fikri kafasına koyan babasıydı. Gittiklerinde 14 yaşındaydı. Yaşıtlarının hepsinin dudakları boyalı, giyimleri frapandı. Pınar Kür’ün ‘date’e çıkmayı, ‘boyfriend’ sahibi olmayı öğrendiği ve ‘genç kız romanları’ yazdığı yıllardı. 

İngilizce yazıyordu önceleri. Sanmayın ki Türk yazarlara yabancıydı. Annesi ona Nâzım Hikmetleri, Sait Faikleri, Ahmet Hamdi Tanpınarları okutuyordu. Yazıyordu yazmasına ama hayali başka yerdeydi. Yıllar sonra bunun iyi bir fikir olmadığını düşünecekti ama Pınar Kür, oyuncu olmak, sahneye çıkmak istiyordu aslında… Üniversitede piyesler yazmaya başladı.

BOHEM PARİS’İN PEŞİNDE

Yıl 1960… Türkiye için yine çalkantılı yıllar. İhtilal olmuş, ortalık karışık. Annesini Türkiye’ye geri çağırdılar. Anne ve babasının da arası bozulmaya başlamış zaten. Kardeşi Işılar anneyle Türkiye’ye dönerken, Pınar babasıyla Amerika’da kaldı. Sadece bir yıl sonra hepsi İstanbul’da buluştular. Ama o bir yıl, öyle bir yıldı ki, ilk kez aşk ateşi düştü kalbine. Erkeğin adı Chris’ti…

Kalbini Amerika’da bırakıp İstanbul’a döndüğünde Robert Kolej’e yazıldı. O yıllarda Robert Kolej yüksekokul, Boğaziçi olmamış daha… İngiliz edebiyatı okudu. 

Aklı Paris’teydi. Oraya gitmenin, bohem bir hayat kurmanın peşindeydi. Büyük ressamların orada yaşaması, açlıkla savaşmaları, kendilerine poz veren çıplak kızlara âşık olmaları… Tüm bunlar ona öylesine romantik geliyordu ki…

 



Bohem Parisli

Çocukluğunu İngiltere, lise yıllarını Amerika’da geçirdi. Ama aklı her zaman Paris’teydi. Bohem bir hayat kurmak istiyordu. Gitti de… Tam da öğrenci olaylarının olduğu yıllardı.

 

İLK EVLİLİK VE ANNELİK

O sıralarda aktör Can Kolukısa’yla görüşüyorlardı. Birden evlendiler. Paris’e gitmek için… Bekâr göndermiyorlardı çünkü… Büyük bir aşk mıydı? Mine Söğüt’e anlattığı kadarıyla hâlâ bilemiyor Pınar Kür, “Cinselliğin çok ağır bastığı kesin” diyor. 

Sinemalara gidiyor, Fransızca öğreniyordu. Sonunda Sorbonne Üniversitesi’nde ‘Karşılaştırmalı Edebiyat’ alanında doktora eğitimine başladı. Evlilik o kadar da iyi gitmiyordu. Günün birinde ayrılacaklardı, belliydi bu. Şöyle düşündü Pınar Kür, “Şimdi ayrılacağım, başkasını bulacağım, tekrar evleneceğim. Ben ne zaman çocuk yapacağım?” 

1968 başı. Her yerde gösteriler var. Pınar Kür, pastane kokusu duyuyor, pasta kokuları alıyordu. Hiç aklına gelmiyor, “Bana ne oluyor” diye sorup duruyordu ama hamileydi işte. Ekonomik sorunlar vardı, Fransa’da doğuramazdı. İstanbul’a döndü. Zeynep Kamil hastanesinde oğlu Emrah’ı doğurdu. 

Ortalık yine karışık. Bir yandan Kanlı Pazar oluyor, insanlar yaralanıyor, ölüyordu. Bebek devamlı hastalanıyor, kendisi de evde oturup bebek emziriyordu. Mart ayında Emrah’ı annesine bırakıp, tezini savunmak için Paris’e gitti. Oğlunu, ‘bütün yaşamına, bütün yazdıklarından da çok anlam katan oğlu Emrah’ı çok özlüyordu. Ama tez meselesini halletmeliydi, halletti de…

Döndü ülkeye. Beş yıllık evliliği bitti.

“HAYATIMIN EN BÜYÜK AŞKI”

Devlet Tiyatroları’nda göreve başladı. Dramaturg adıyla Türkiye’de çalışan ilk kişi oldu. Bu sırada roman yazıyordu. 

Bir yandan da boşandıktan sekiz ay sonra yeni bir ilişkiye başladı. Tanınmış bir avukat olan ve sonradan “Hayatımın büyük aşkı” diyeceği Mehmet Can Köksal ile beş yıl süren ancak, evlilik ile noktalanmayan bir beraberlik yaşadı. Tutkulu bir aşk, ilk gençliğinde olmadığı kadar büyük bir aşk… Ama zaten ‘çok’unda gözü yoktu, aşk dediğin onun kitabında kısa sürmeliydi, tadında kalmalıydı, oburluğa gerek yoktu!

Hayat devam ediyordu. İstanbul Üniversitesi’nde okutman olarak çalışmaya başladı. Bu yıllarda işte ilk romanları da basılıyordu artık. Varlıklı bir çevreden gelen ve mutsuz bir evlilik geçirmiş olan bir genç kadınla, yine aynı çevreden radikal sol örgütlere katılmış bir gencin 12 Mart darbesi çevresinde buluşan öyküsü ‘Yarın Yarın’, bundan 40 yıl önce yayımlandı. Attila İlhan ona kitap için üç noktada müdahale etti. Birincisi “Türk solcuları Stalinisttir, biraz yumuşat” dedi –ki Pınar Kür Troçkistti-, ikincisi Havva Pınar Kür olan ismini taşralı bulduğu için kullandırtmadı, üçüncüsü Kür, kitabının adını ‘Şu Dağın Ardında’ koymuştu, Attila İlhan onu ‘Yarın Yarın’ yaptı…

‘ASILACAK KADIN’IN GETİRDİKLERİ

Altı yıl sonraysa cinsel açıdan sömürülen ve sonunda cinayete sürüklenen genç bir kadının anlatıldığı, çok tartışılacak ‘Asılacak Kadın’ basıldı. 

Basıldı basılmasına ama 1980 ihtilalinden sonra sıkıyönetim idaresi tarafından yasaklandı. Kitap aşırı müstehcendi! Mahkeme iki yıl sürdü, aklanması da… Müstehcenlik, karşısına ‘Bitmeyen Aşk’ romanında da çıkacaktı. 

Akışı Olmayan Sular, Küçük Oyuncu, Bir Cinayet Romanı, Sonuncu Sonbahar, Cinayet Fakültesi… Birçok eser veren yazarı, yine bir yazar olan Mine Söğüt’e sordum: “Aslında neşeli biridir o… Ama aynı zamanda öfkeli de. Daha çok politik şeylere; ülkede olan bitene öfkeli...Şimdi onunla yaptığımız söyleşi kitabının herhangi bir sayfasını açıp baktığımda öfkesiyle neşesinin anlattıklarına nasıl bir dengede yansıdığını hemen görebiliyorum” diyor. 

Örnek vermesini istiyorum: “Mesela söyleşinin bir yerinde ‘Sizce Türk solcuları neden Stalin’i sever?’ diye sormuşum. ‘Ne bileyim ben? Bırak Allah aşkına. Türk solcuları hakkında fikir yürütmek istemiyorum” demiş. ‘Peki’ demişim, ‘Hemen hamileliğe dönelim!’ Sonra söyleşi akıp gitmiş. Aslında gitmemiştir... Muhtemelen orada ben diğer soruya geçmeden önce o uzun uzun Türk solunu anlatmıştır. İsimler geçmiştir konuşmamızda, anılar, çıkarımlar, kızgınlıklar. Kayıt cihazını kapatmışızdır. Birlikte hiddetlenmiş, birlikte endişelenmişizdir. Kitabı unutup, bir süre ülkenin geleceğine birlikte dertlenmişizdir.”

 



MİNE SÖĞÜT’ÜN ANLATTIĞI PINAR KÜR

Mine Söğüt, Pınar Kür’e sorularını bundan 11 yıl önce sordu. “Bugün olanlar daha olmamışken, bir sürü aydın tehlikenin farkına henüz inatla varmamışken, verip veriştirmişizdir Türk soluna da Türk aydınına da... Sonra ben kayıt cihazını yeniden açmışımdır ve o hamileliğini anlatmaya kaldığı yerden devam etmiştir” diyor. 

1968 Paris’ini, sokakları, sokaklardaki öğrenci hareketlerini, hamile olduğu için dışarıya çıkamayışını, o muhteşem gençlik isyanını karnı burnunda bir şekilde pencereden seyretmek zorunda kalışını, sonra doğuma alelacele gidişini, çantasına gecelik niyetine telaştan babydoll gibi kısacık bir şey koyuşunu eğlenerek ve samimiyetle anlattı o kitapta Pınar Kür. 

Peki insanın kendi hayatını anlatması kolay iş mi? 

“Değil” diyor Mine Söğüt: “Kendi hayatınızla birlikte aslında bütün bir hayatı anlatıyorsunuz. Büyük sorumluluk. O sorumluluğun derin iç çekişlerle dolu suskunlukları arasında kayıt cihazını durdurup yaptığımız konuşmalar, bugün bakıyorum da, benim için çok kıymetli. O konuşmalardan anlıyorum: Pınar Kür’ün, yazdıklarıyla yaşadıkları arasında sağlam bir köprü var. Yazarken, ince zekâsı, biraz iğneli ve çokça oyuncu dili ve fütursuz kişiliğiyle o köprüde bir uçtan diğer uca uçuşarak gidip geliyor. Cinselliğe bakışından, politik değerleri sorgulayışına kadar dışarıdan nasıl göründüğünü hesaplamak gibi bir derdi hiç yok. Özgürlüğüne çok düşkün. Yazdıklarının kimin hoşuna gidip, kimin hoşuna gitmeyeceği umurunda değil. Canı ne isterse, kalemi nereye doğru giderse öyle yazabilen cesur bir yazar. Öfkesini ve dobralığını yazarken de yaşarken de ustaca dengeliyor. En karmaşık sorunlar hakkında bile tutarlı analizler yapmayı becerebiliyor. Ama üzgün... Epey üzgün bir insan. Hem mantıklı hem de vicdanlı olduğu için üzgün. Bugün ülkeyi esir alan tehlikenin farkına en başta varanlardan. Bu farkındalığın yükü de ağır haliyle. Tehlikenin farkına varıyorsanız, olacakları da seziyorsunuz demektir. Aklı ve sezgileri onu haliyle yoruyor ve hatalı tercihler yüzünden kaçınılmaz bir kadere sürüklenen ülkesi, yıllardır onu için için gücendiriyor. Söyleşi kitabımız ‘Aşkın Sonu Cinayettir’in 10 yıl sonra yeniden yapılan basımına eklediği sonsözüne göz atarsanız göreceksiniz, hem ülkede yaşananlar hem de sağlık sorunları yüzünden, artık eskisinden daha da mutsuz. Ama endişelenecek bir şey yok. Bir yazar için mutsuzluk –maalesef- sanıldığı kadar kötü bir şey değildir.”

MUTLULUK VE HİKÂYE İLİŞKİSİ

Mine Söğüt konuşmanın sonunda kitaba atıfta bulunuyor ve Pınar Kür’ün bir sözünü yineliyor: “... Hikâye yoktur mutlulukta. Zaten mutlu olduğun anda roman yazmak da aklına gelmez, okumak da...”

Pınar Kür, üniversitede hocalık yapıyor. Ben de kendisinden ‘yaratıcı yazarlık dersleri’ aldım yıllar önce. “Hocam kitabınız Tolstoy’dan mı hediye” dediğimiz çok eski bir Anna Karenina’yla sınıfa gelip, altını çize çize okuttuğu kitap, yıllar önce okuduğum Anna Karenina’dan çok farklıydı artık benim için. Pınar Kür, en çok etkilendiği yazar Tolstoy’u anlatırken sizi de Anna Karenina’ya âşık etmeyi başarıyordu. 

Doğan Hızlan diyor ki Pınar Kür için, “Bir yazarın yaşadıklarıyla yazdıkları arasındaki kan bağının edebiyat yapıtında yeniden yaratılışının, kurgulanışının ustalık izlerini bulursunuz onun kitaplarında.” 

Şimdi yazarlığının 40’ıncı yılında bize bir hediye daha verdi Pınar Kür. ‘Sadık Bey’ ile Türkiye’nin izdüşümünü koydu ortaya. Kaçırılmış fırsatları, yaşanamamış güzel günleri, aşkı ve ihtimalleri…

 

 

 

 

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar