Günlerdir Suriye’nin parçalı yapısı üzerine konuşurken ya da çatışmaların bizi nereye götürdüğü, İsrail’in asıl isteğini tartışırken ‘Lübnanlaşma’ tehlikesi üzerinde duruyoruz.
Aynı tehlikeyi Türkiye’de de Osmanlı Millet Yapısı ya da Erdoğan’ın ‘Türk, Kürt, Arap’ ifadelerinden yola çıkarak görenlerin sayısı fazla.
Katılıyorum.
Peki nedir bu ‘Lübnanlaşma’…
1975-1990 arasında iç savaşla sarsılan Lübnan, savaşın ardından uzun süreli bir istikrarsızlık ve bölünmüş egemenlik yapısıyla yönetildi. Ülkede devlet, mezhepsel gruplar, milisler ve dış güçler arasında paylaşıldı. Devletin resmi kurumları işlevsizleşti; karar alma süreçleri toplumsal kimliklere göre şekillendi. Bu yapı, kısa vadeli barış getirse de, uzun vadede siyasi çıkmazlar ve ekonomik çöküşe zemin hazırladı.
Bugün Suriye’de de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Beşşar Esad rejiminin Şam merkezli kontrolü sürerken, kuzeydoğuda Kürtlerin öncülüğündeki özerk yönetim, kuzeybatıda Türkiye destekli muhalif gruplar, İdlib çevresinde Heyet Tahrir el-Şam gibi cihatçı yapılar hâkim durumda. Ülkenin güneyinde ise İran destekli milislerin etkisi gözle görülür seviyede. Her coğrafya başka bir dış aktörün nüfuz sahasına dönüşmüş durumda: ABD, Rusya, İran, Türkiye...
Bir Arada Ama Ayrı
Suriye artık sadece bir ülke değil; aynı toprak üzerinde birden fazla düzenin yan yana var olduğu bir mozaik. Ancak bu mozaik, Lübnan’da olduğu gibi, estetik bir çeşitlilik değil; kırılgan bir ortak yaşamın sancılı tablosudur. Mezhepçilik, etnik kimlikler, siyasi hesaplar ve dış destekli milis yapılanmaları, Suriye’yi bir ulus-devlet değil, bir "toprak üzerinde rekabet eden yapılar koalisyonu"na dönüştürmüş durumda.
Tıpkı Lübnan'da olduğu gibi, Suriye’de de kalıcı bir barışın önünde en büyük engel, bu parçalanmış yapının kurumsallaşması. Çünkü her grup kendi çıkarını korumak için bir statüko arayışında. Bu durum, "çatışmasızlık" sağlasa da gerçek bir barış, hukuk devleti ya da kapsayıcı demokrasi anlamına gelmiyor.
Bugün Lübnan, siyasi tıkanmışlık, ekonomik çöküş ve halkın devlete olan güven kaybı ile anılıyor. Suriye’nin de bu yolda ilerliyor olması, sadece bölge için değil, dünya için de kaygı verici. Lübnanlaşma, yalnızca Suriye'nin değil; müdahil olan herkesin sorumluluk alması gereken bir uyarıdır.
Peki ya Türkiye?
Elbette Türkiye, Lübnan değil. Ne tarihsel yapısı, ne kurum hafızası ne de toplumsal dokusu birebir benziyor. Ancak son yıllarda yaşanan bazı gelişmeler, Türkiye'nin de benzer bir tehlikeye sürüklenebileceğini gösteriyor:
Kimlik siyaseti, toplumun neredeyse tüm sorunlarını Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-dindar, göçmen-yerli gibi fay hatlarına sıkıştırıyor.
Siyasi kutuplaşma, artık ideolojik değil, varoluşsal bir hal aldı. Herkes karşıtını “hain”, “düşman” ya da “tehdit” olarak görüyor.
Devlet kurumları, tarafsızlığını ve güvenilirliğini yitirdikçe, toplum kendi adaletini kendi sağlamaya başlıyor. Bu da güvenlik güçlerine değil, sadakat ağlarına ve gruplara yönelmeyi doğuruyor.
Dış aktörler, artık yalnızca ekonomi ya da diplomasi üzerinden değil, doğrudan iç siyaset üzerinden etkili olmaya çalışıyor. Tıpkı Lübnan'daki İran, Suudi Arabistan, Fransa etkisi gibi, Türkiye'de de bölgesel ve küresel güçler pozisyon almaya çalışıyor.
Lübnanlaşma, yalnızca iç savaş ya da silahlı milislerle ilgili bir tehdit değildir. Bu kavramın altında yatan asıl mesele, devletin birleştirici değil, bölüştürücü hale gelmesidir. İnsanların artık devletten değil, "kendi grubundan" medet umması, toplumsal çözülmenin habercisidir. Mahalleler, kimlikler, siyasi bloklar kendi mini-devletlerini kurmaya başladığında, o ülkenin artık bir "ülke" olarak kalması zordur.
Bugün Türkiye’de mahallelerin birbirinden kopması, farklı gerçeklik evrenlerinin oluşması, “bizimkiler-yabancılar” ayrımının siyaset diline yerleşmesi ve adaletin partilere göre değişen yüzü, bu tehlikenin ayak sesleridir.
Türkiye bu gidişatı durdurabilir. Hâlâ güçlü bir devlet geleneği, sivil toplum bilinci ve toplumsal ortaklık kültürü var. Ancak bu, “biz-bizden olmayan” ikiliğine saplanmadan, hukuk devleti ilkesine dönerek, liyakat ve kurum bağımsızlığını yeniden inşa ederek ve en önemlisi, ortak yurttaşlık kimliğini önceleyerek mümkün olur.
MUSTAFA ÖZBEY
YORUMLAR