Yeşilçam itiraflarım

Eli iyi kötü kalem tutan Aydın Engin, Yeşilçam’a senaryo yazarak evin geçimini sağlamaya başladı.

Yeşilçam itiraflarım
17 Temmuz 2021 - 11:13 - Güncelleme: 17 Temmuz 2021 - 14:50

Bilenleriniz var. Bir dönem Yeşilçam'a senaryo yazarak geçindim.

Geçindim değil geçindik demeliyim. Bir mavra'da değinmişim. Tiyatro sanatına gönül vermiş üç arkadaş, Taksim Meydanı'na açılan Sağlık Sokak'ta, arkadan deniz bile görünen bir apartman dairesinde oturuyoruz:: Başar Sabuncu, Cüneyt Türel, Aydın Engin.

Cüneyt Türel Türkiye'nin en büyük tiyatro oyuncusuydu. Ama o günlerde İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenen bir tarihi oyunda kralın yanında bayrak tutan bir figürandı.

Başar Sabuncu Türkiye'nin en büyük tiyatro rejisörüydü ama henüz lise tiyatrosunda sahneye koyduğu bir oyundan öte bir oyun sahneye koymuşluğu yoktu.

Aydın Engin de Türkiye'nin en büyük oyun yazarıydı ama henüz yazdığı hiç bir oyun sahne ışıkları ile tanışmamıştı.

Gel gör ki, Türkiye'nin bu üç büyük tiyatro sanatçısının (oyuncu, rejisör ve yazar) ev kirası ödemek, Kapalı Çarşı'da ikinci elden de olsa giyecek bir şeyler almak, sabahları kahvaltı yapmak, akşamları da yemek yemek gibi zorunlukları vardı. Üstelik yemekte en ucuzundan da olsa bir hatta iki şişe şarap devirmek gibi lüks tutkuları da vardı.

Sonuç: Eli iyi kötü kalem tutan Aydın Engin, Yeşilçam'a senaryo yazarak evin geçimini sağlamaya başladı.

Yılmaz Güney'in özel senaristi olmak ve onun "çirkin kral" diye üne kavuşup gönlünün çektiği filmleri çekmesine olanak sağlayacak birçok berbat, vurdulu kırdılı filmlerin senaryoları da yazılacaktı ama o birkaç yıl sonraydı. Zaten o dönem bir mavra ile değil, beş, on marva ile ancak anlatılabilir.

Şimdilik Yeşilçam'a, Yeşilçam işi senaryo yazmak günlerindeyiz. O dönem Yeşilçam senaristliğinde tekel kurmuş olan Bülent Oran'ın çok sıkıştığı için birkaç ham senaryoya son halini vermek üzere işe koştuğu Aydın Engin, oradan edindiği "hızlandırılmış senaryo yazma tekniği" derslerine dayanarak senaristliğe başladı.

Kimi sahici bir mizah, kimisi sahici bir "kara mizah" değeri taşıyan senaristlik serüveninden birkaç seçme bu haftanın mavrasına belki sığdırılabilir.

Deneyeceğim…

* * *

Dönemin iki filmi iç içe çekmek gibi yöntemler geliştirmiş film yönetmenlerinden Semih Evin çağırdı. Sevdiğim, iyi içen, yaptığı işle dalga geçebilecek kadar alçak gönüllü bir Yeşilçam insanıydı. Ağabeyim gibi severdim.

"Gel, bir film seyredeceğiz" dedi ve Pangaltı'da bir film seslendirme stüdyosuna girdik. Genişçe bir odada, yatak çarşafına benzer bir "beyaz perde" gerilmişti, Bir de çoktan emekliye ayrılması gereken bir projeksiyon aygıtı vardı.

Semih (Evin) abi ve ben oturduk ve bir teknisyen makinayı çalıştırdı, film başladı.

Bir Hollywood yapımı: Korsikalı Kardeşler. Başrolde dönemin ünlü aktörlerinden Douglas Fairbanks jr. oynuyor. Alexandre Dumas'nın bir romanından yola çıkılmış ama tümüyle Hollywood kalıplarına uygun bir film ortaya çıkmıştı.

Yapışık doğan ve doğumdan hemen sonra ameliyatla ayrılan ikiz kardeşler üstüne kurulu zırva bir öyküydü. Yolları daha bebekken ayrılan ikizlerden biri Paris'te çıtkırıldım bir züppe olmuş, öteki ise Sicilya dağlarının varsıldan alıp yoksula veren ünlü bir haydudu olmuştu.

Daha da ilginci, kardeşlerden birinin canı yansa, meselâ parmağı kesilse, aynı anda öteki ikiz aynı acıyı duyuyordu. Kardeşlerden biri bir kıza aşık olsa, öteki de aynı aşka kapılıyordu.

Ninem zamanından kalma bir film ve o ölçüde berbat bir öyküydü. Oflaya puflaya seyretim.

Bitti. Semih Evin bana döndü:

- Ne istediğimi anladın mı?

- Yok abi.

- Bu filmin senaryosunu kafana yerleştir ve Türkiye'ye uygula, yani adapte et. Öyle ki seyreden kimse yadırgamasın. Sana güveniyorum.

- Zor iş bu abi…

- Ulan kolay olsa ucuza senaryo yazacak bir sürü zırtapoz var buralarda. Uzatma hadi. Al şu parayı da. Sana iki hafta süre. Beni utandırma…

Semih Abimin uzattığı bir tomar para zaten sorunu bitirmişti.

Eve gittim. Geceler boyu bu saçma öyküyü kimsenin yadırgamayacağı hale getirmek için ha bire yazdım. Yazdığım beğenmedim, çöpe atım. Sil baştan yaptım. Sabah karşı uykuya daldım. Akşama paramızın gücüyle "Lefter'in Meyhanesi"ne gidip ucuz şarap değil rakı içtik, laterna dinledik.

Sonra eve döndük. Ben bütün gece yazdım, sildim, yazdım, on beş gün dolmadan senaryoyu Semih Evin'e teslim ettim.

Film çekildi. Galiba adı Korkusuz Kardeşler oldu.

"Nasıl bir film oldu" diye sormayacaksınız değil mi?

Bir kere, seyretmedim.

İkincisi zırva hikâyeyi Türkiye'ye nasıl uyguladım sahiden hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o dönem iyi para sayılan (Asgari ücret 135 liraydı) 5 bin papel kapmamdı ve sefil bekar evimizde bolluk günleri yaşadığımızdı.

Zaten en önemlisi burada mavra yazıyorum, günah çıkartmıyorum.

Bu kadarlık bir itiraf-anı ile yetineceksiniz çaresiz…

* * *

Haydi bir anı-itiraf daha…

Ama kısa keseceğim.

Bir başka film yapımcısından haber geldi. Gittim. O da bana bir film seyrettirdi: Solak Silahşör.

Henüz genç ve çok yakışıklı Paul Newman'ın başrolünü üstlendiği bir western. Yanlış hatırlamıyorsam Paul Newman hızlı silahşörlük günlerini geride bırakmış, tövbekar olmuş ve bir köyde rahipliğe başlamıştı.

Ama köyü bir kötü adam ve çetesi basınca mecbur kalıyor, silahını kuşanıyor ve önce çetecileri, sonunda da çete reisini deviriyor ve yeniden kutsal görevi rahipliğe dönüyordu.

Özetlediğim hikâyenin ne kadarını tam hatırlıyorum bilemiyorum. Ama kesinlikle hatırladığım, film yapımcısının "Bunu Türkiye'ye uygulayacağız. Seni çok övdüler, yaparsa o yapar" diye sırtımı sıvazlayıp, Yeşilçam'da pek adet olmadığı halde senaryo parasını peşin olarak toka etmesiydi.

Evimizde yine bolluk günleri başladı. Ben de geceler boyu uykusuz kalıp "Solak Silahşör"ü bir Anadolu kasabasına adapte etmeye çabaladım.

Tabii sizin de aklınıza geldiği ya da geleceği üzere rahibi imam yapmak kolay bir çözümdü. "Solak İmam" dedim ve galiba film öyle oynadı.

Zaten zorluk burada değil. Sorun kovboy filmlerinin klasik sahnesinin, hani kasabanın içinden geçen yolda karşı karşıya gelen ve silahını hızlı çekenin yaşadığı, ötekinin boylu boyunca toprağa serildiği o ünlü düello sahnesinin Anadolu köyüne nasıl uygulanacağı idi.

Daktilomun tuşlarını aşındırıcak kadar yoğun çabalar sonunda o sahneyi de "yerli ve milli" bir çözüme kavuşturdum.

* * *

Bir başka Yeşilçam rezilliğim ise…

Aaa yeter!..

Bu kadar suç itirafı yeter. Belki ileride bir başka mavrada yine benzer itiraflar yazarım. Ama bugünlük, bu kadar…

* * *

Geçen hafta ki mavranın sonunda sizlere Ümit Kıvanç'ın 16 Ton belgesel filmini armağan etmiştim.

Bu hafta da bir armağanım var.

Flash mob sözlüklerde "Rastlantı gibi bir araya gelinmiş izlenimi veren toplu bir sosyal etkinlik" diye tanımlanıyor.

Ama özellikle Avrupa'da trafikten arındırılmış bir kent meydanında, bir AVM'nin geniş alanında, bir kilisede, bir tren garında ya da havalimanında aniden başlayıveren, sürpriz bir müzik ve dans gösterisine deniyor.

Kendimi bir flash mob tiryakisi oyarak tanımlayabilirim.

Bugün izlediğim çok sayıda Flash Mobs içinde bıkmadan usanmadan defalarca seyrettiğim birini size armağan edeceğim.

Profesyonellerden oluşan bir orkestranın, Beethoven'in ünlü bestesi Ode an die Freude'yi (=Mutluluğa, sevince övgü) İspanya'da bir kent meydanında sunduğu harikulade bir gösteri bu.

Tamam bir bankanın, İspanyol bankası Sabadell'in reklam olduğunu çaktırmadan yaptığı bir reklam. Boşverin, o İspanyol bankasında hesabımız yok herhalde ve gidip hesap açtıracağımız da yok.

Bu Beethoven'le alışılmadık bir buluşma. Sahiden mutluluğa, neşeye, sevinçlere ebelik eden bir Flash Mob.

Ola ki içinizde daha önce seyredenler vardır. Olsun. Sakın ola "Aaaaa ben bunu seyrettim" diye itiraz etmesinler. Ne yani Beethoven'i yada bir başka müzik ustasını bir kez dinleyince bir daha dinlemiyor musunuz?
 

Aydın Engin

[email protected]

Şimdi bilgisayarınızın sesini iyice ayarlayın, arkanıza yaslanın ve tıklayın:


YORUMLAR

  • 0 Yorum