Yönetme aşkı

İyice özetleyerek söyleyecek olursak, bir imparatorluk kurmuş, sonra da bunu kaybetmiş bir toplumun insanlarıyız. Neden kaybettiğimizi gerçekten anlayabilmiş değiliz. Ama kaybetmiş olmanın öfkesini epey keskin biçimde yaşamaya devam ediyoruz

Yönetme aşkı
14 Ocak 2020 - 07:51

 



Türkiye’de siyaset tarihinin, 'ilginç' mi desem, 'şaşırtıcı' mı desem, ama göze çarpan bir özelliği, siyasi düşünce ve tavır olarak birbiriyle hiç yakınlığı olmayan, hatta birbirine 'hasım' olan siyasi yapıların siyasi pratik düzeyinde tıpkı birbirleri gibi davranmalarıdır. Öyle geniş bir alana yayılan bir fenomen değil bu. 'Demokrasi' dediğimiz anda olgu ortaya çıkıyor. Yöneten kadroların kitlelerle ilişkisi uzun boylu değişmiyor; 'popülist' bir çizgi tutturanlar bile, gerçeklik düzeyinde, kitleleri pek takmadan bildiklerini okuyorlar. Politik düzeyin ekonomi düzeyi üzerindeki hegemonik konumu da değişmiyor (bu, sistemin başlıca dayanağı). Belki bu temel ilişkinin uzantısı olarak, yöneten kadroların kendilerine muhalefet edenlere bakışı ya da davranışı da değişmiyor. Burada şiddet daha göze görünür bir role sahip olduğu için, 'demokrasi'nin akıbeti buradan daha belirgin biçimde izlenebiliyor.

'Tanzimat'ı ilan ediyoruz. İlk kez, 'eşit yurttaşlık' gibi ilkeler. İlk kez, padişahın iradesini sınırlama fikri vb. Böylece 'demokratik' bir hayat tarzı kurulmuş oluyor mu?

Olmuyor. Abdülmecid çok 'müstebit' bir adam değildir. Ama bir 'demokrat' da değildir. Derken Abdülaziz... Bu yıllara gelindiğinde, Osmanlı seçkinleri ('güzideler') ülke yönetiminde kendilerine de söz hakkı tanınmasını talep etmeye başlarlar. Bunun adı meşrutiyet’tir. Taleple birlikte Abdülaziz de dişlerini, tırnaklarını gösterir. O zamana kadar hal’ edilen Osmanlı padişahları olmuştu; Abdülaziz olayına 'ilk darbe' diyebiliriz. Eh, Artık 'modern tarih' içindeyiz.

Abdülaziz’in ardından Abdülhamid... Tartışması hâlâ süren, taraftarı hâlâ bulunan padişah. Ama herhalde kimse çıkıp 'Abdülhamid demokrattı' diyemez. Onu savunanlar da niçin demokrat olamayacağını açıklıyorlar, bunu haklı göstermeye çalışıyorlar.

1839’dan 1909’a üç buçuk padişahla bir tür devamlılığı olan bir rejimden söz ediyoruz. 'İkinci Meşrutiyet' Abdülhamid saltanatında başlasa da asıl rejimin ondan sonra oluştuğu söylenebilir. Yani Abdülhamid’in mutlakiyetçi yönetiminden çıkıyoruz; 'meclis' var. Sokaklarda 'hürriyet' diye haykırıyoruz. Yani, geldi mi demokrasi?

Gelmedi. Hürriyet kahramanı İttihad ve Terakki’nin hürriyeti boğmakta Abdülhamid’i sollayıp geçtiğini düşünen çok kişi vardır. Rejimin adının 'meşrutiyet' olması ne iktidarla kitlelerin ilişkisini değiştirmiştir, ne de iktidarla muhalefet ilişkisini. 

Bu rejim çok sürmüyor. Yaklaşık on yıl sonra 'Cumhuriyet' olmuşuz! Olmuşuz ama, İttihatçılar’ın 'sopalı seçim' diye anılan seçimi bile yok. Tek-partili Cumhuriyet’iz. Yöneten-yönetilen ilişkisinde değişen bir şey var mı? Yok. İktidarın muhalefetle ilişkisinde değişen ne?

Bakıyoruz, fazla bir şey yok. İlk meclisin 'İkinci Grup' diye tanınmış adamlarına politika fiilen yasaklanmış. Kapatılan partiler, kurdurulup kapatılan partiler, dava başlamadan kararı belli olan mahkemeler vb. Cumhuriyet de 'demokrasi' getirmiyor.

Ama ne olsa 'Cumhuriyet'! İçinde potansiyel bir demokrasi barındırıyor. Nitekim gün geliyor (nasıl geldiği ayrıca tartışmalı), 'tek-parti rejimi' ömrünü tamamlıyor. Demokrat Parti kuruluyor. Nihayet demokrasi!

Gelmiyor. Demokrat Parti, Cumhuriyet boyunca iktidarda oturmuş Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşıtı olmalı -nitekim öyle olduğunu her fırsatta yüksek sesle söylüyor. Öyle görünüyor da. 'Görünüyor' ama, iş demokrasiye gelince, bakıyoruz, dikkate alınır bir farklılık yok. Demokrat Parti, iktidarda oturdukça, 'demokratlıktan' uzaklaşıyor. 27 Mayıs.

27 Mayıs ülkeye yeni bir ritim getiriyor: on yılda bir darbe ritmi. On yılda bir, devlet gelip siyaseti cezalandırıyor. Cezalandırılan, hep, bu toplumun siyasi geleneğinde 'popülist' çizgiden gidenler.

Bu arada, demokrasi alanında ne oluyor?

Ne olabilir ki? On yılda bir bir darbe olacaksa, buna demokrasi mi dayanır? Darbeleri yapan güç, kendi 'bağışladığı' demokratik hakları geri almakla meşgul. Tanzimat’ta Abdülmecid’den Abdülhamid’e gidiş gibi, darbeler de despotluğu artırarak ilerliyor. 12 Eylül, 'tek-parti' döneminin en kaskatı restorasyonunu getiriyor.

Böylece son aşamaya geliyoruz, Tayyip Erdoğan aşamasına. Bu da ülke tarihinin 'popülist diktatörlük' üslubunun son 'şahika'sı oluyor.

Otoriter, anti-demokratik rejimlerin hemen emen hepsini deneyimledik. Askeri diktatörlük dönemleri yaşadık, ama çeşitli 'Bonapartizmler' altında daha fazla zaman geçirdik. Faşizmi yaşadığımızı söyleyemem ama bütün bu süreç içinde faşist bir çizgi olageldi ve birçok sefer iktidar aygıtlarını kullanma fırsatı buldu. Popülizmi de gördük (görüyoruz), Jakobenizmi de. Fiilen içinde yaşamadığımız bir tek 'demokrasi' var.

Peki, neden böyle?

Batı dünyasının öncülüğünde kurulan entelektüel dünya ile sıkı fıkı ilişkimiz yok. Pek hazzetmiyoruz ondan. Ayrıca, 'teori' ile de aramız açık sayılır. 'Pratik' daha heyecanlı geliyor. 

İyice özetleyerek söyleyecek olursak, bir imparatorluk kurmuş, sonra da bunu kaybetmiş bir toplumun insanlarıyız. Neden kaybettiğimizi gerçekten anlayabilmiş değiliz. Ama kaybetmiş olmanın öfkesini epey keskin biçimde yaşamaya devam ediyoruz. 'Anlayabilmiş' değiliz, çünkü dediğim gibi, 'teori' alanının yabancısı sayılırız. Öte yandan, 'kayıpları telafi' konusunda da acelemiz var.

Bu söylediklerim oldukça genel, kapsayıcı sanırım. Ama, evet, neden kaybettik konusunda fikir ayrılıkları var. Bunlar karşıt fikirler. Birilerine göre, geçmişimizden kopmayı reddettiğimiz için böyle oldu; birilerine göre de, geçmişimizden kopmayı kolayca kabul ettiğimiz için.

Bunlar 'uzlaştırılır' açıklamalar değil. Buna rağmen, bir benzerlik var: güzel güzel giderken rotasından (bu anlaşılmayan nedenlerle) çıkmış bir gemi gibi Türkiye. O halde bu gemiyi yeniden doğru rotaya sokmalıyız. Böyle görünce, konu bir 'toplum mühendisliği' gerektirmeye başlıyor. Başka kelimelerle söyleyecek olursak, toplum, 'yeniden kurulması' gereken bir 'nesne' haline geliyor. 'Ne olduğu' önemini kaybediyor; 'ne olması gerektiği' sorusunda yoğunlaşıyoruz. Bir seramikçinin, önündeki şekilsiz kil topağına baktığı gibi bakmaya başlıyoruz topluma. Ama bütün bu seramikçilerin zihninde verilecek biçim farklı. Biçim farklı olsa da işlem değişmiyor: kil topağını ele geçireceksin, biçim vermeye başlayacaksın; topağın sana 'Öyle yapma' diyeceği yok, diyemez hale getirmişsin. Ama yanında başka seramikçiler belirip 'O iyi bir biçim değil' diyebilir; bunlara da zinhar ağız açtırmayacaksın. Yoksa, senin vereceğin güzelim biçimi bozabilirler.

Tarık Zafer Tunaya İttihad ve Terakki’nin siyasi felsefesini anlatıyor:

İttihatçılık, bir karizmatik ideolojiye dayanır. Buna göre, İttihat ve Terakki Osmanlı devletini yöneterek kurtaracak tek güçtür. İttihatçı da, bu tümün bir parçasıdır. İttihatçı, Tanrı’dan özel bir görev (mission) aldığına inanan kişidir. Eğer, Osmanlı devleti yücelecekse, değişecekse, bu oluşun tek aracı kendisi ve kendisi gibi inananlardır. Onun yerine geçecek başka bir güç, bir seçenek yoktur. Bu inanç, çok ağır ve çok sakat bir sonuca götürücü olmuştur. İttihatçılar gibi düşünmeyenler vatan haini sayılabilirler... İttihatçılık meşru, ona karşı muhalefet gayri meşrudur...

Tunaya’nın bu metninden 'İttihatçılık' kelimesini çıkartsam ve yerine 'Tayyip Erdoğan ve çevresindeki AKP kadroları' desem, oldukça tanıdık bir durumu özetlemiş olmaz mıyım



Murat Belge


[email protected]

YORUMLAR

  • 0 Yorum