İhtiyacımla Bağ Kurmak

Karanlığa attığımız sesler bir süre sonra tahammül edemediğimiz sesler haline geliyor. O sesler bir zaman önce onaylanmadılar ve arkaya itildiler, karanlıkta kaldılar.

İhtiyacımla Bağ Kurmak
22 Ağustos 2017 - 13:33
Onaylanmayan bir ses her baş gösterdiğinde, bir gölge her çıka geldiğinde “Sen otur oturduğun yerde!” demeye başlıyoruz ve aslında alt metin şu oluyor: “Orada kal! Çünkü hayatımı mahvediyorsun! Ortaya çıkarsan dışarıda kalırım ve ben senin ihtiyaçlarını karşılayamam!” Bu seslerle nasıl baş edeceğimizi bilmiyoruz. Bizler eğitilirken bu seslerle nasıl iletişim kuracağımızı öğrenmedik. Öğretilen tek şey bu sesleri ört bas etmek, yok saymak, duymamazlıktan gelmek ve bastırmak oldu. Oysa ki onlar sürekli orada, yatağın altındalar.

Peki bu süreçte ne oluyor?

Bu seslerin ifade bulmalarını engellediğimde, derinde bir yerde acı çekiyorum, çünkü bu sesler var ve canlılar. Biraz zaman önce benim çok önemli ihtiyaçlarıma hizmet ettiler (aileye ait olmak, topluluğa kabul edilmek...) ve her birinin haklı bir duruşu var. Ve aslında ben arkamda bir ordu ile geziyorum! Saklamak ne mümkün! Şimdi onlar varken ve sesleri uzaktan duyulurken, her ne kadar ağızlarını yüzlerini kapatmış da olsam ne oluyor biliyor musunuz? Bu sesler kendilerini nasıl duyurmaya başlıyorlar? Bu gölgeler kendilerini nerede gösteriyorlar? Etrafımda en sevdiğim, hayran olduğum ya da nefret ettiğim ve uzak durmak istediğim HERKESte! Eğer kendini gösteren karanlık bir gölgeyse, onun biri gibi davranan, konuşan ya da hisseden birisi çıktığında hop tetikleniyorum! Ve kızmaya, öfkelenmeye, kıskanmaya, kaçmaya başlıyorum. Bazen saldırıyorum, bazen de “Ayyy! Ne geri zekalı!” deyiveriyorum. Ya da aşık oluyor veya birine hayranlık besliyorum. Aşık olduğum, hayranlık duyduğum her kişi, gölgeye attığım bir potansiyelimin projeksiyonu haline geliyor. Buna psikolojide “Golden Shadow”, yani “Altın Gölge” deniyor. Ben aslında kendi gölgemi “projekte” ediyorum.

Projeksiyon aslında çok doğal bir tepki. Bu tepki, aslında bir şekilde hayatta kalma stratejimiz. Şöyle ki: Gölgelerle dolu o karanlık alan o kadar yoğun, derin ve acı dolu ki, o acı ile baş edemediğim için en iyi baş etme yöntemim bunu başkasına püskürtmek ya da yansıtmak. Kendimi içten içe, bilinçsizce acımasızlıkla, ataletle veya edepsizlikle yargılıyorsam ve bununla baş edemiyorsam misal, dünyada çok sayıda insanda bu özellikleri görüyor ve bu kişileri yargılıyorum, yani projekte ediyorum. Gölgelerimi keşfetmenin pek çok yolu var. “Öyle demek istememiştim!” dediğim her seferinde bilinçaltımda debelenen bir gölgemi yakalama fırsatı. Yaptığım projeksiyonu fark ettiğim her an yeni bir gölgeyle tanışma fırsatı. İnsanlara “Ben nasıl biriyim?” diye sorduğumda aldığım yanıtlarda saklı pek çok gölgemi görebilme fırsatım var. Bu konu oldukça derin olmakla birlikte biraz karmaşık da aslında. Gölgeler alanında çalışmaya başladıkça ve devam ettikçe gölge sensörlerimiz hassaslaşıyor ve merkezimizde kalarak kendi gölgemizle başkalarının gölgelerini daha “ayırt edici” hale gelebiliyoruz.

Velhasıl... Projeksiyon dediğimiz şey, gölgelerimizi başka insanlarda görmemiz demek; olumsuz gölgeleri de, olumlu gölgeleri de. Gölge oluşumu ile ilgili başka bir örnek daha vereyim: Misal, potansiyellerim var, ancak aidiyet ihtiyacı ile, örneğin aile kurmak için para kazanmak zorundayım. Bir seçim yapıyorum ve sanatçı tarafımı gölgeye atıyorum. Bir işe giriyorum ve hayatım boyunca sanatçılara hayran olarak yaşıyorum ve hayatlarını içten içe kıskanıyorum. Bu durumda kendi sanatçı benliğimi gölgeye atmış oluyorum.

Kıskançlık alanındaki gölgelerin de pek çok mesajı var. Kıskançlığı fark ettiğim anda, bu hissin içerisinde kaybolmak yerine o alana farkındalık getirebilir miyim? Kıskançlık hissettiğim ân hemen kendi hayatıma dönebilir miyim? “Ben, neyi gerçekleştiremiyorum?” Ne zaman ki o acı ile durabiliyorum, o zaman gevşeme başlıyor, duygumun ihtiyacı ile bağlantı kurabiliyorum. Güven, destek, aidiyet, özerklik ya da alan ihtiyaçlarım kendilerini duyurabiliyorlar. Kıskançlık halini kendimi yıpratacak bir şey değil de bir rehber olarak kullanabilirim. Kıskançlık o yüzden çok kıymetli. Hangi potansiyellerimi halı altına attığımı hatırlatıyor bana.

Duygunun içerisinde kalmak...

Hissetmek yerine o duygunun yerine başka şeyler koymaya çabaladığımda zaten merkezimden kopuyorum. Dikkatim “olan”da değil “olma potansiyeli olan”da. Gerçek olmayanda.

Ancak ben o kıskançlık duygusunun içerisinde kaldığımda orada bir şey olmaya başlıyor: Bir zaman bir yerde karşılanmayan bir ihtiyacıma doğru bir yolculuk başlıyor ve kendime soruyorum: “Burada karşılanmayan ihtiyacım ne?”

Analitik şekilde bir çözüm aramak yerine (Ne yaparsam bu duygudan kurtulabilirim?) kıskançlık duygusunun içerisine girdiğimde nereye varabilirim biliyor musunuz? Hayatımda benim için önemli bir alanın eksikliğine dair bir farkındalık geliştirebilirim. Örneğin kıskandığım kişi bir kadınsa ve bu kadının dişil özellikleri beni tetikliyorsa soracağım soru: “Hayatımda farklı dişil alanlara nasıl yer verebilirim? Özlemini duyduğum dişil ifadeler neler?” Bu duyguyu neden ya da nasıl hissettiğime takılı kalırsam içinden çıkamam. Duygular hissedilmek isterler. Hissedilmeyen bir duygu, büyür, ele geçirir, duyulmadığı için öfkelenir, içeri ya da dışarı saldırır. Oysa ki sabırla ve mevcudiyetle duyguya alan açmak, bu duygunun bedenimde nerede ve ne şekilde ortaya çıktığına odaklanarak yeteri kadar uzun süre boyunca o duygunun içerisinde kalmak, o duygunun bana mesajını açıklıkla iletecektir: İhtiyacımı. Ve onun derin mesajını alabildiğimde, cevap ancak ve ancak kendiliğinden gelebilir.

Çoğumuz duygusal süreçlerimizi bu şekilde yaşamıyoruz. Genelde baş vurduğumuz yer, kendi ifademle “aklî merak” dediğim yer. Aklî merak soruları, “Ne oldu? Neden? Niye? Sorun ne?” gibi çözüme odaklı sorular. Bu zorular salt zihin odaklı. Salt analitik. Zihin bize pek çok armağan sunuyor, bununla beraber sadece zihinden gelen sorular bizi “duygu beden”imizden uzaklaştırmaya meyilli olabiliyor. Bu nedenle benim kullandığım başka bir ifade var: “Kalbî merak”.

Kalbî merak alanında sorularımız daha az: “Şu ân ne var? Şimdi ne oluyor? Şimdi canlı olan ne?” Kalbî merak çözüme odaklanmaz, duyguya odaklanır; olmakta olana odaklanır. Kalbî merak cevap ve çözüm aramaz. Cevap ve çözüm kendiliğinden gelir. Zaten amacımız çözüm bulmak değil, bağ(lantı) kurmak.

Canlı olan ne? Ne oluyor?

Bu alanı şöyle ifade ediyorum: Kalbî merak, yaşam; aklî merak ise ölüm. Zihin daima geçmişte. Ölmüş olanı sorguluyor, düşünüyor, araştırıyor ve irdeliyor. Bu alan ölü. Geçmiş, olmuş, bitmiş. Burayla işim yok.

O anda gerçekliğim neyse o canlı. Bunu bu şekilde kabul ettiğimde ve olanın içinde açıldığımda cevaplar kendiliğinden geliyor. O cevaplar, peşinde koşmadığımda geliyor. Cevabın ve arayışın kendisini unuttuğumda çözüm kendiliğinden geliyor. Bu nedenle, duygu alanı bizim alanımız.

Acı alanına girersek... Acıyı yaratan, hislerin kendisi olmuyor. Duyguları hissettiğim için acı çekmiyorum. Acı, bedenimden geçtiğinde orası nötr, tarafsız bir yer. Bedenim o duygunun içinden geçecek kadar güçlü zaten. Zihnim o acıyı yaratıyor. Hissetmeye olan direncim, acın ta kendisi. Asıl duygunun kendisi acı değil. Acı, genellikle birincil duygu; ikincil duygular (daha derindeki) korku, öfke, incinmişlik gibi duygular oluyor.

Gölge konusuna geri dönecek olursam, bir insanı aydınlık alanda derinden güçlendirecek olan şey işte bu gölgeler. Bize nasıl hissedeceğimiz, kendimizle nasıl bağ kuracağımız öğretilmiyor. Öfkelenmek başlı başına saygısızlık, üzülmeye hiç gerek yok, kırılganlık ise güçsüzlük ifadesi. Bizler ebeveynlerimizden (ve onlar da kendi ebeveynlerinden ve onlar da kendi...) ve öğretmenlerimizden ve dostlarımızdan ve toplumdan şu cümleleri işittik:

“Toplum içerisinde böyle davranılmaz!”

“Güçlü ol!”

“Anneni/öğretmenini üzme, tamam mı?”

“Büyüklerine öfkelenemezsin! Bu saygısızlık!”

“Sen büyüdün artık, çocuk gibi ağlama!”

“Amaaaan boş ver!” gibi yok sayma cümleleriyle içimizde canlı ve gerçek olandan uzaklaşmak için eğitildik. Sonuç olarak nur topu gibi gölgelerimiz oldu ve bu gölgelerin her biri birikti, şu andaki beni oluşturdu ve ben de şu cümleleri kurar oldum:

 

“O kişiye bunu söylersem kesin incinir, kırılır,”

“Artık üzülmek yok! Ayağa kalkıp kendi hayatıma bakacağım!”

“Ben bu hatayı nasıl yaptım! Ona bunu nasıl söyledim!”

“Anne ve babama bağırdığım için çok pişmanım...”

 

Peki ilişkilerimde neler oluyor?

İlişki kurmaya çalışıyorum. Ben kendi içimde, derin alanımla nasıl iletişime geçeceğimi bilmiyorum ki, bakalım ikili ilişkilerde ne yapacağım!? Herkes “derin ve samimi, aşk dolu” ilişkiler istiyor. Ben de! Ben kendi içimde ne kadar derinleşebiliyorum ki derin bir ilişki istiyorum? Önce içeri bakıyorum: Anima ve animus ne alemde? Onların ilişkisi nasıl? İçte derin bir aşk yoksa, dışarıda aşk sandığımız başka şeyler yaşıyoruz. Neden? Çünkü o 0-7 yaş arası çocuklar el yordamıyla aşk yaşadığını zannediyorlar. Oysa ki tek olan şey, aşık olduklarını düşünen iki insanın çocukluklarında ana babalarından karşılayamadıkları TÜM İHTİYAÇLARI birbirlerinden karşılamaya çalışmak! Tabii ki şunu unutuyorum: BENİM İHTİYAÇLARIMI HİÇ KİMSE HİÇ BİR ZAMAN BENİM İSTEDİĞİM GİBİ KARŞILAYAMAYACAK. Haliyle de bu ilişkiler bir yere kadar gidip tıkanıyorlar ve mutlu son: Ayrılık.

Acının en önemli nedenlerinden birine daha hoş geldiniz!

Bununla da bitmiyor, her türlü ilişkimde kapana kısılmış hissetmeye başlıyorum, çünkü ben en başta kendi duygularımı yok sayıyorum. Nasıl mı?

Çocukken düşüyorum, annem bana “Bir şey olmadı kızım, geçti gittiiii,” diyor; büyüyorum, sevgilim beni terk ediyor, en yakın arkadaşım: “Oğlum boşversene ya sana kız mı yok!” diyor. Çözümü var yani! Hissetme gitsin! “Her şey yolunda, öyle hissetmene gerek yok, endişelenme, öfkelenme, sakin oooooll!!!”

E peki.

Ne oldu şimdi? Ben, bizzat kendim, kendimi ve yaşadığım her şeyi nasıl yok sayacağımı öğrendim. Eğer ki gereksiz (!) bir duygu çıka gelirse (üzüntü, özlem, kırılganlık gibi) ne yapıyorum? Durmuyorum anacım onun içinde durmuyorum! Ne gerek var ya!?

Ben kendimi ve başkalarını ne zaman yok sayıyorum?

 Bu alışkanlığı (Evet! Bu bir alışkanlık!) çoğu zaman dışarıda birinin duygularını yok saydığım zaman keşfetmek daha kolaydır. Dışarıda biri acı çekiyor ve ben içimden “Aaaaaayyy tam bir Drama Queen!!” diyorum. Bunu fark ediyorum.

“Dram!” dediğim yer, duygularımı ya da başkalarının duygularını yok saydığım yer.Birini duygusal olarak yargıladığım yer, ihtiyaçlarını dile getirdiği için yargıladığım yer, kendi duygu ve ihtiyaçlarımı yok saydığım yer. Şöyle yapıyorum: “Haline bak! Bir eli yağda bir eli balda, hala sızlanıyor!” Peki bu yargıya varmak yerine o ân bedenimde, içimde ne oluyor bakabilir, derin bir yolculuğa çıkabilir miyim? Dış dünya, kendi iç yolculuğumuza muazzam bir rehber olabiliyor.

Tabii ki çoğunlukla yargılamakla da kalmıyoruz, o kişiye ya da kendimize nasıl hissetmesi gerektiğini/nasıl hissetmemiz gerektiğini de söylüyoruz. “Bak bence böyle hissetmene hiç gerek yok,” diyoruz ve aslında yok sayıyoruz. Onun yerine birlikte derin nefes alıp, “Senin hüznün bana ulaşıyor ve seninleyim,” demek nasıl olurdu? Hayatınız boyunca size kaç kişi öfkeyle yaklaştı ve siz ona “Şu ân öfkeni/acını duyuyorum ve seninle birlikte bunu hissetmek istiyorum,” diyebildiniz? Bunun yerine tetikleniyor ve ya duygularımızı bastırıyoruz/kontrol ediyor ya da saldırıyoruz. Ben duygularımı kontrol edersem, hayat içerisinde saygı, sevgi, onay görürüm (ki bu ihtiyaçlarım da benim için çok kıymetli), ancak diğer yandan da içim darma duman, buna kim çözüm bulacak? Bastırdığım tüm bu duygular ve ihtiyaçlar nasıl yüzeye çıkacak? 8-10 tane topu bastırarak suyun altında tutmaya çalışın, bakın ne oluyor J

Neredeyse her şeye korkuyla, yargıyla, suçlulukla yaklaşıyoruz. Bu duygularla nasıl baş edebileceğimizi bilmiyoruz, çünkü baş etmeye çalışıyoruz! Kurtulmaya çalışıyoruz!

Ben de diyorum ki “kurtulmak” bir amaç olamaz. Kurtulmaya çalışan bir zihin, “sağlıksız eril” bir tavırdır. “Bu dram!” diyen, yargılayan bir zihin, sağlıksız eril bir tavırdır. Bu nedenle de açık kalplilikle ve dürüstçe söylüyorum: Bizim daha çok dişile değil, daha çok SAĞLIKLI ERİL ifadeye ihtiyacımız var! Dişil alanımıza anlayış, farkındalık, destek, güven, mevcudiyet, amaçlılık, dirayet, güç ve sağlık getirecek şey sağlıklı eril alandır.

Şiddetsiz İletişim (Şİ) bu açıdan bize muazzam bir sağlıklı eril alan açıyor. Burası çok güçlü ve derin bir yer, yargısız ve “kalbî merak” ile dolu bir yer. Hemen yargıya kaçmadığımız bir yer. Şİ’de ihtiyaçlarımızı zayıflık (muhtaç olmak) olarak değil, aksine güç kaynağı olarak görüyoruz. Bizler Şİ aracılığı ile gücümüzü yeniden elimize alıyoruz.

Şİ’de şunu yapıyoruz:

Çocuklukta karşılanmayan ihtiyaçlarımıza empati getiriyoruz. Karşılanmayan ihtiyaçlarımı ben nasıl karşılayabilirim ve eğer karşılayamazsam da yasını tutabilir, acımı bırakabilir miyim? Kendi ihtiyaçları karşılamak, yaşamımın, duygularımın ve ihtiyaçlarımın sorumluluğunu almak için BEN ne yapabilirim? Bu sorular bize hayat içerisindeki özgürlüğü, bağımsızlığı getiriyor. İhtiyaçlarımı sahiplenirsem, duygularımı sahiplenirsem, işte o zaman kişilerden ve durumlardan bağımsız şekilde kendi sorumluluklarım dahilinde seçim yapabilirim. “Beni ne kadar incittiğinin farkında mısın!!” demek yerine, “Şu an çok kırılganım. Kopuk ve yalnız hissediyorum. Derin bir bağlantı kurmayı özlüyorum. Bunun için bir şey yapabilir miyiz, sen de ister misin? Mesela sahile gitsek ve çimlere uzansak, biraz sessiz kalsak, bedenlerimiz yan yana gevşese, bu bana çok iyi gelirdi. Sanırım biraz alana da ihtiyacım var. Ne dersin?” diyebiliyorum!

Tanrım! “Özgür Aşk”ın kendisi olmak bu işte!

İhtiyaçlarımla nasıl temas kurabileceğimi bilirsem, gücümü elime alıp ne yapabileceğimi de bilebilirim. İhtiyacım ne bilmiyorum. Çünkü duygumu tanımıyorum. İhtiyacı gösterecek şey duygu. Duygularımdan haberdar değilsem, ihtiyaçlar karanlıkta kalıyor ve çığlık atıyorlar, aynı o küçük çocuk gibi*.

“Şimdi kendim için BEN ne yapabilirim?”: İşte beni özgürlüğüme kavuşturan soru.

Hayatımızda çok şey oluyor, ama haritamız yok. Şimdi diyorum ki, benim hayatıma almayı seçtiğim, yaşamıma en büyük katkı sağlamış olan alanlar Şiddetsiz iletişim ve ses-nefes-hareket bağlamında kullandığım pek çok diğer araç. Şİ bana kendi güçlü ve sağlıklı eril özümü canlandırmamda en çok yardımcı olan araçlardan biri oldu ve şimdi de Akademi’nin temelini oluşturuyor. Ve artık diyorum ki: Önce ben kendime alan tutabilir, kendimi gözetmek için eyleme geçebilir miyim? Bu araçları yaşamım içerisinde aktif biçimde kullanmayı alışkanlık haline getirdiğimde ben kendime %100 MEVCUDİYET sunabilir miyim? Önce ben kendim için orada olabilir, güven alanı sağlayabilir miyim?

 

Didem Çivici

 

YORUMLAR

  • 0 Yorum