10 YILDA ONLARCA MİLYON BORÇLU YARATTIK HER YAŞTAN

Alphan Telek, pandemiyle giderek yükselen sosyal eşitsizliği, güvencesiz bir ortamda yoksullaşan ve yoksunlaşan işçi kesimini, gençlerin beklentilerini ve siyasete yaklaşımları sorularımızla Cumhuriyet'e değerlendirdi.

10 YILDA ONLARCA MİLYON BORÇLU YARATTIK HER YAŞTAN
10 Mayıs 2021 - 09:06

NEDEN ALPHAN TELEK? Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Bölümü’nü dereceyle bitirdi. Yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü Bölümü’nde yaptı. Doktora araştırmalarını Paris’te, Sciences Po’ya bağlı Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde (CERI, Centre de Recherches Internationales) sürdürüyor. İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü’nün (İstanPol) kurucularından ve halen yönetim kurulu üyesi, ayrıca İnsani & Toplumsal Kalkınma programı direktörü ve “Hepimiz Prekaryayız” başlıklı bir kitabı var. Pandemi nedeniyle yoksulluk ve yoksunluk daha görünür olunca bize de Alphan Telek’e sormak kaldı.

10 YILDA ONLARCA MİLYONLUK BORÇLU YARATTIK, HER YAŞTAN

  • Dünyada sosyal eşitsizlik son 40 yıldır yükseliyor, pandemi ile daha da arttı. Bir yanda yoksullar, prekarya ve diğer yanda güçlü siyasetçiler, yandaşlar ve zenginler giderek büyüyor.
  • Güvencesizlerin acil ihtiyaçları var, bunu ancak bir sosyal refah devleti çözebilir. Bunların yokluğunda prekarya yalnızlaşır ve ne yazık ki o da eninde sonunda boyun eğer.
  • Prekarya için ayrıca yarı vatandaş tabiri de kullanılıyor. Giderek haklarını kaybeden ve ikinci sınıf vatandaş konumuna düşen bir grup bu. Pandemi bunu iyice gösterdi hepimize
  • Gençlerin çoğunluğu fırsat bulsa ülkeyi terk etmek istiyor, daha iyi bir ücret ve yaşam beklentileri var, işyerinde daha çok söz istiyorlar, değer görmek istiyorlar.
  • Trump, Erdoğan, Orban gibi liderler mevcut sorunlar karşısında düşmanlaştıracak bir öteki buldu kendine hep. Toplumlar da içinde bulundukları durumdan çıkmak için bir kurtarıcı arayışına gittiler.
  • Dedem ilkokulu terk etmiş ve 70’lerde kahvede ocakçı olarak çalışan biri, o gün altı çocuğuna bakabiliyor, okutuyor. Bugün yüksek lisans eğitimi almış bireyler yeterli gelir oluşturmakta bile zorlanıyor.

- “Orta sınıf çöküyor… Orta sınıf çökerse toplum çöker!” tespitine katılıyor musunuz?

Zannediyorum bunu söyleyenler, toplumu taşıyan kolonun orta sınıf ve mensupları olduğunu düşünüyor ama orta sınıf bir türlü açıklanamadı diye düşünüyorum. Çeşitli isimler verildi son 200 yılda orta sınıf, küçük burjuvazi, çelişkili sınıf konumları dendi ve günümüzde prekarya olarak belki de kendisini gösteriyor. Çok canlı bir kesim var burada. Ama mesele şu ki bugün prekaryalaşma dediğimiz güvencesizleşme öylesine etkili ki toplumu taşıyan kolonlar güvencesizlerin sırtında yükseliyor artık. Her yerdeler. Bazen bir banka çalışanı olarak onları görüyoruz bazen bir kurye, bazense ev işçisi olarak. Onların çökmesi toplumun çökmesi anlamına gelir mi, ben şöyle derdim: Onların işi bırakması gündelik hayatın ve sistemin durması anlamına gelir. Bugün pandemide dahi evde kalamayanlar dediğimiz gruplar yani mesela kuryeler, kasiyerler ve market çalışanları görevlerine devam etmeseydi neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Ya da Amazon işçilerinin işi bıraktığını düşünün; küresel dağıtım mekanizmaları yara alırdı değil mi? Dün imalat sektöründe fabrikadaki işçi sınıfının böyle bir gücü vardı, bugün dağıtım mekanizmalarının her yerinde olan prekaryanın.

- Güvencesizler diyorsunuz ya da prekarya… Yeni bir sınıf… Orta sınıftan ya da işçi sınıfından daha mı farklı?

En temel cevap zaman, mekân ve hislerin kendisinde. Her ikisi bu üç düzlemde de çok farklı. Bu da farklı deneyimler, farklı stratejiler, farklı duygular yaşamalarına sebep oluyor. Kısaca değinmek gerekirse, proletaryanın kendi zaman anlayışı vardı. Düzenli, istikrarlı bu yaşam biçimi proletaryanın hayatının esas noktalarından biriydi. Askeri nizamı andırırcasına bir düzenlilik söz konusuydu. Bugün ben prekarya zamandayız diyorum. Bölük pörçük, istikrarsız, dağınık bir zaman anlayışı altında çalışıyoruz. Tabii burada eklenmesi gereken bir diğer unsur hız. Bugün hız teknolojik dönüşümle prekaryanın hayatının esas noktası, bu parçalı zaman anlayışının kökeninde bu hız var. Şunu eklemek isterim; 1970’lerin teknolojik imkânlarında düzenlilik esastır, maksat işçiden alınan verimi olabildiğince yükseltmek, bugünse parçalı zaman (hani esnek diyorlar ya) ile prekaryadan maksimum verimi almak istiyorlar. Bugünün teknolojisi buna izin veriyor, bir proletere gece 12’de patronu ya da müşterisi ulaşamazdı, şimdi böyle değil. İkincisi mekân. Aynı unsur geçerli. Mekânsal düzenlilik yok. Fabrikalar ya da üniversiteler bütün ilişkilerin kurulduğu tek ve yegâne yerler değil. Bugün mekânlar da parçalandı. Birçok farklı mekânda farklı zamanda prekarya hayatta kalmaya çalışıyor. Bu da onun bütün hislerini, deneyimlerini belirliyor. Bu onları sınıf yapar mı? Temel koşullarını sağlar. Gerisi dışarıdan dokunuşa bağlı.

- Prekaryanın temsilcileri kimler?

Türkiye açısından bakacak olduğumda zor bela geçinen milyonlarca çalışan, özellikle asgari ücretliler, yalnız olduğunu düşünen ve ülkeyi terk etmek isteyen gençler, güvencesizliği hem sosyal konumlarından hem de kimliklerinden dolayı yaşayan kadınlar, 65 yaş ve üstü çalışmak zorunda yaşlılar, EYT’liler, işsizler ama belki de özellikle genç işsizler, borçlu öğrenciler, ev işçileri, kuryeler. Daha birçok grup sayabiliriz. Farkındaysanız farklı yaş, meslek, kimlik gruplarını kesen bir durumdan bahsediyoruz. Bunun da bir adı var sosyal sınıf yani mevcut durumda prekarya.

- Esnaf isyanda. İşsizlik almış başını gidiyor. Asgari ücret eşittir açlıkken bunu yaşayan milyonlarca insan, yolsuzluk karşısında nasıl bir tavır takınır? Sesini mi yükseltir yoksa sizin kitabını yazdığınız prekaryanın korkuları mı devreye girer?

Uygun siyasi iklim olsa tabii ki sesini yükseltirdi ya da siyasetten bu insanlara sahici ve samimi bir şekilde el uzatan, birlikte başarabiliriz deyip onların taleplerini siyasete aktaran ve birlikte başarma hissi veren birileri ya da bir siyasi parti olsa. Ses çıkarmak için iki temel unsur gerekli: İfade özgürlüğü ve birlikte başarabiliriz duygusunu inşa eden bir siyaset. Bugün Türkiye’de ne yazık ki ikisi de hasarlı. Çabalar var, demokratik bir koalisyon inşa etmek, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş etrafında yapılan tartışmalar bunlar önemli ama yeterli değil. Güvencesizlerin acil ihtiyaçları var, bunu ancak bir sosyal refah devleti çözebilir. Bunların yokluğunda prekarya yalnızlaşır ve ne yazık ki tek başına kalan herkes gibi o da eninde sonunda boyun eğer. Bu siyasal bir depresyon yaratıyor. Onu korkularından, yalnızlığından, stresinden kurtaracak yegâne şey siyasetin kendisi, garip bir şekilde siyaset prekaryanın hem en kötü kâbusu, hem de en güzel rüyası durumunda.

- Orta tabakanın çöküşü bir anlamda demokrasi olgusunu da rafa kaldırır mı?

Şöyle düşünebiliriz: Dünyada sosyal eşitsizlik son 40 yıldır yükseliyor, pandemi ile daha da arttı. Bir yanda yoksullar, prekarya ve diğer yanda güçlü siyasetçiler, onların yakınları (yandaşlar) ve zenginler giderek büyüyor. Bu ikisi arasındaki uçurum da derinleşiyor. Böylesi bir durumda bir siyasetçi kalkıp bu kutuplaşmaya dokunarak popülist bir siyaset örebilir. Ördü de. Ama bunu kimlikçi temelde yaptılar. Mesela Trump, Erdoğan, Orban gibi liderler mevcut sorunlar karşısında düşmanlaştıracak bir öteki buldu kendine hep. Toplumlar da içinde bulundukları durumdan çıkmak için bir kurtarıcı arayışına gittiler. Bu açıdan liderlere Sezar görevi verildi adeta. Gel bizi kurtar diye. Onlar da demokratik kurum ve normları kendi güçlerini korumak için çeşitli kılıflar altında gerilettiler. Sosyal eşitsizlikler her zaman için otoriter sistemlerin doğuşunu tetikliyor ya da derinleştiriyor. Bunu artık görmezden gelemeyiz. O açıdan prekaryalaşma yani güvencesizleşmenin derinleştiği yerlerde otoriter sistemler bekleyebiliriz.

- Otoriter rejimlerin yükseldiği toplumlarda, hiçbir şey adil olmadığı gibi gelir dağılımı da adil değil elbet… Yoksul ağırlıklı toplumsal yapıların ortaya çıkması, siyasi erkin istediği gibi at oynatabileceği bir alan mı açıyor?

Sadece gelir dağılımı olsa iyi. Bugün çok büyük bir servet eşitsizliği de var. Dünyadaki servetin önemli bir kesimi en zengin yüzde 1’in elinde birikmiş durumda. Dahası bu kesim pandemide servetine servet kattı. Prekarya ile zenginler arasındaki fark daha da açıldı, hani malum para parayı çeker kuralı. Daha da ilginci Fransız ekonomist Thomas Piketty ve arkadaşlarının Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre, tüm dünyada bölgesel açıdan servet eşitsizliğinin en çok olduğu bölge Ortadoğu bölgesi. Ortadoğu’nun en zengin yüzde 10’luk kesimi burada toplam servetin yüzde 61’ini elinde tutuyor. Bana kalırsa bölgedeki otoriter petro-monarşiler ve giderek otoriterleşen yapılar ile sosyal eşitsizlikler arasında çok kuvvetli bir bağ var. Otoriter sistemler kaynakları kendi yakınlarına dağıtıyor, kendi yandaşının kazanması için elinden geleni yapıyor. Bizde elektrik şirketlerine son dönemde yapılanları, sadece yandaşa değil genel olarak sermaye kesimine tanınan sayısız iltiması, vergi affını hatırlayın, bunlar öyle demokratik sayılan rejimlerde kolay olacak işler değil. Batı’da da başka yolları var. Onlar da vergi cennetlerine gidiyorlar, fakat otoriterleşen sistemlerde hem bu var hem de sınırsız güç yetkisi ile ekonomik kaynakları har vurup harman savurma var. Bu da Ortadoğu’daki servet eşitsizliğini açıklıyor sanırım. Buna bir eşitsizlik davası dersek, siyasi erk bu davanın bazen hâkimi, bazen savcısı, bazen de avukatı oluyor. Ama mağdur hep aynı: halk.

- Şimdi yaşadıklarımızın (-yasaklar, bir gün arayla değişen genelgeler, suç içermeyen soruşturmalar-) bu sistemin sonucu olduğunu söyleyebiliyor muyuz?

Bugün yaşadıklarımız çok net bir şekilde hem Türkiye’de siyasal sistemin giderek otoriterleşmesinin hem de son 40 yıldır dünyada vuku bulan güvencesizleştirme sürecinin bir parçası. Gördüğüm kadarıyla insanlar bugün şöyle bir ayrıma gidiyor: Otoriter kapitalizm, demokratik kapitalizm. Bunu yanlış buluyorum. Kapitalizm farklı ülkelerde farklı kılıklara bürünmeyi seven, kâr ve servet isteği karşısında çabuk uyum sağlayan bir yapı. Yani Türkiye’nin son 20 yılını sadece demokrasiden uzaklaşma olarak anlatanlara anlam veremiyorum. Peki, ya prekaryalaşma süreci ne olacak? Cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirmeleri, ekonominin ve toplumun IMF reformlarının istekleri doğrultusunda şekillenmesi gökten zembille inmedi. Belirli siyasi kararlarla yapıldı. Bir noktada iktidar kendini tehlikede gördü ve sistemi kendi iktidarını sağlama alacak şekilde reforme etmek istedi. 2017’de olan şey buydu. 2017’den sonra Türkiye hem otoriterliği hem de sosyal eşitsizliği çok derinden yaşıyor. IMF’nin son raporuna bakın. Türkiye’de mutlak yoksul sayısı son iki yılda 3 milyon kişi artmış ve 10 milyona varmış. Değerli iktisatçı Prof. Dr. Öner Günçavdı, gerçek sayının 16 milyona varabileceğini söylüyor. Ayrıca buna güvencesizler dahil değil. Onları da dahil ettiğimizde çok büyük bir sayı ile karşı karşıyayız. Ve evet, tüm bu genelgeler, yoksulluk, güvencesizlik hem siyasi hem ekonomik modelimizin bir sonucu.

- Siz prekaryalaşmayı siyasetçiler, elitler ve finansal kuruluşların birlikte gerçekleştirdiğini söylüyorsunuz. Yeni zincirler ne; kredi kartları, banka borçları, buzdolabı taksitleri mi?

Bunun bir adı var: neo-liberalizm. Mali ve finansal açıdan piyasacı anlayışa siyasal ve kültürel açıdan neo-con’luk yani yeni muhafazakârlık eşlik etti. Aslında AKP’nin 2002 sonrası sürecinde bu iki kavram çok önemli yer tutar. Ama yapılanlar 2002 öncesine dayanıyor. Başlangıç noktası dünya için 1970’ler. Kanadalı gazeteci Naomi Klein, 1973’te Şili’de General Pinochet darbesinin ve sonrasında ülkenin generaller tarafından hızla piyasa ekonomisine çevrilmesinin bir deney olduğunu söylüyor. Bu deney çeşitli yerlerde devam etti. Nikaragua’da, hatta ABD’de New York sınırları içerisinde bunun 1970’lerde denendiği söyleniyor. Bizse 24 Ocak kararları vasıtasıyla tanıştık ama 12 Eylül bunun gerçek uygulayıcısı oldu. Türkiye ve Şili’nin iki deney ülke olduğu söylenir. Zaten bugün OECD ülkeleri arasındaki gelir eşitsizliğini ölçen verilere göre bu iki ülke en kötü beş ülke arasında yer alıyor. O açıdan deney, uygulayanlar açısından başarılı olmuş diyebiliriz. Ama toplum açısından aynı şey geçerli değil. Güvencesizleştirilme süreci aynı zamanda borçlandırma sürecidir. Bireysel kredi kullanımının tarihi çok eski değil. 1980’den sonra tüm dünyada patlama yapıyor. 1980 başlangıç evet, bundan sonra bir miktar sıçrama var, ortam bireysel kredilere hazırlanıyor, tabii bu sırada sosyal devlet uygulamaya sokulmuyor, sosyal yardımların eksikliğinde insanlar kredilere koşuyor. Ama kredi kullanımının hane düzeyinde sıçrayış yaptığı dönem 2002 ve sonrası. Bu konuda kitabımda IMF’nin bir grafiğini kullanıyorum; şöyle düşünün: Sanki bir sismik ölçer çok stabilken 2002 sonrasında birden büyük bir deprem oluyor ve büyük bir yükseliş çiziyor. Borçlu olmayan kaldı mı? Benim öğrencilerim vardı, mezun olanlar 50 bin TL borçla mezun oldu iki-üç yıl önce. Ben şöyle diyorum: 10 yılda onlarca milyon borçlu yarattık, her yaştan. Kısa keseyim, prekaryalaştırmanın iki amacı vardı: Servet tepede biriksin ve bir de yönetilemeyen topluluklar yönetilebilsin. İşte kısa hikâyemiz.

- Peki, “tarihin görmüş olduğu en eğitimli sınıflardan biri” bu oyuna nasıl geldi?

Evet, prekaryanın en önemli özelliklerinden biri bu. Tarihte hiçbir sınıf bu kadar eğitimli değildi. Bir diploma enflasyonu yaşadık son on yıllarda. Bu noktada geçmiş nesillerle prekaryanın bariz bir farklılığı var. Kendi ailemden bir örnek vereyim: Dedem ilkokulu terk etmiş ve 70’lerde kahvede ocakçı olarak çalışan biri, o gün altı çocuğuna bakabiliyor, okutuyor. Bugün yüksek lisans eğitimi almış bireyler bırakın altı çocuğu, kendine bakmakta ve yeterli gelir oluşturmakta bile zorlanıyor. Şöyle de söyleyebilirim: O günlerde çalışmanın bir değeri vardı, bugünse sadece hayatta kalmak için çalışıyor insanlar. Devasa bir tezat var. Bu prekaryanın ya da 1980’lerde işçi sınıfının müdahale edebileceği bir şey miydi, sanırım değildi. Ancak geleceğe yönelik umutluyum. Bunun sebebi de bu oyunun sonuçları çok iyi görüldü. Bugün dünyada devasa bir sosyal eşitsizlik ve otoriterlik sorunu var. Bazı coğrafyalarda biri önde, bazı yerlerde ikisi de bir arada. Pandemi bütün sorunları kristalleştirdi. Artık kaçış yok. O yüzden geçen hafta Joe Biden, ABD tarihinin en büyük yardım paketlerinden birini açıkladı ve eşitsizliklere karşı bir savaş başlattığını duyurdu. Bu, 1929 buhranı sonrasında da olmuştu, Roosevelt döneminde. Eğer ABD yeni bir ekonomik modele giderse -ki bugün IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar bile eşitsizliklerin azaltılması gerektiğini söylüyor- o zaman bütün dünya onları izleyecektir. Ama riskler de var elbette.

VATANDAŞLARIN EFENDİSİ

- İki milyon kişi işini kaybediyor. Bir pandemi yaşanıyor, işçi çalışmak zorunda. Üstelik aşılanamıyoruz bile. Bu yetmezmiş gibi, bir de Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da “Turistin görebileceği herkesi mayıs sonuna kadar aşılayacağız” demez mi? Bir ülkenin yurttaşının kendi ülkesinde kendisini ikinci sınıf hissetmesi için daha ne olmalı ki?

Bu arada çok iyi bir noktaya temas ettiniz. Prekarya için ayrıca “yarı vatandaş” tabiri de kullanılıyor. Giderek haklarını kaybeden ve ikinci sınıf vatandaş konumuna düşen bir grup bu. Pandemi bunu iyice gösterdi hepimize. Ama bizim ülkede insanların üzerinde fazladan bir yük var. Bir yılı aştı, zaten işler yolunda gitmiyor, sosyal yardım yok, çocuklar ve yaşlılar eve kapatıldı, bu iki nesil adeta maphus nesil, gençler işsiz ve işi olanlar da güvencesiz, (düşünün ki genç işsizlik oranı yüzde 25’in üzerinde, uzmanlar gerçek oranın yüzde 40’lara vardığını söylüyor), kadınlar İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiğini gördüler, mutlak yoksulların sayısı artıyor, esnaf adeta sosyal ölüme terk ediliyor. Bunlar vatandaşların bazı haklarını kaybettiğine ya da onları kullanamayacak duruma geldiklerine işaret ediyor. Yarı vatandaşlık durumu bu aslında. Sonra kendi memleketinizde size yarı vatandaş gibi ceza kesilirken, sermaye akışını temsil eden turistlere vatandaşların efendisi gibi davranılıyor. Mevcut sosyal eşitsizliklerin üstüne bu ceza görüntüleri adalet duygusunu daha da zedeliyor.

- “Hepimiz Prekaryayız” kitabınızda en çok atıfta bulunduğunuz kişi prekarya kavramını ileri süren Guy Standing, bu sınıfı yeni tehlikeli sınıf olarak tanımlıyor, ne demek istiyor?

Bu soru için teşekkür ederim, çünkü kitap yayımlanır yayımlanmaz bazı akademisyenler kitabı okumadan önce Standing’e çok az referans verdiğimi söylüyordu. Kitabı okusalardı önsözden sonuca kadar Standing’e defaatle referans verdiğimi görürlerdi. Tehlikeli derken şunu kastediyor: Bu sınıf dünyada giderek büyüyor, eğer ne olduğunun ve birbirlerinin farkına varır da bir araya gelirlerse, dünün tehlikeli işçi sınıfı bugünün prekaryası olacaktır. Aslında bu tehlikeyi sistem için öngörüyor, yoksa prekarya için bu tehlike önemli bir heyecan.

- Standing’le geçen yıl bir söyleşi yapmıştım, önerisi şuydu: “Eşitsizlikler ve süregelen ekonomik güvensizliğin azaltılmasının tek yolu, herkese eşit olarak ödenen temel bir gelirdir. Koronavirüs salgını, temel bir gelir sisteminin getirilmesini kesinlikle gerekli kılmıştır.” Kimilerine göre ütopik, size göre?

Temel gelir önemli bir tartışma. Her şeyi çözmez ama bugünü atlatmamızı sağlayabilir. Salgın şartlarında hepimiz temel gelirin ne kadar önemli olduğunu anladı. Çünkü salgın gösterdi ki gelir güvencemiz bile yok. Bu da yoksulluğu hatta açlık ihtimalini gündeme getiriyor. Tabii bunu yapabilmek için mevcut ekonomik modelin değişmesi gerekiyor. Servetin tepede değil, aşağıda ve ortada birikmesi için vergiden tutun sosyal politikalara kadar bütün bir ekonomi modeli değişmeli. Guy, bana kalırsa bunu bir anahtar olarak görüyor. Sosyal refah devletine açılan bir anahtar. Benim şüphelerim burada devreye giriyor. çünkü ben siyaset bilimciyim, sistemleri değiştirenin teknik bir düzenlemeden çok, toplumların verdiği tepki yani karşı reaksiyon olduğunu düşünüyorum. O yüzden siyasal prekarya kavramını 2018’de ileri sürdüm. Siyasal prekaryaya yani prekaryanın siyasetini yapanlara ihtiyacımız var; temel gelir bir kapı açabilir ama kapının açık kalmasını ve aralığı genişletecek olan şey siyasal prekarya diye düşünüyorum.

- Bu noktada sosyal yardımlara da değinelim. Bugün siyasetin bir aracı haline geldi. Üstelik iktidar bu silah elinden alınsın istemiyor. Belediyeler eliyle yapılan yardımların nasıl engellenmek istediğini gördük… Dayanışmayı siyasetin iyi niyetiyle buluşturmanın bir yolu yok mu?

İyi bir sosyal politika ya da adil bir sosyal devlet için öncelikle eşit ve özgür bir siyasi iklim gerekir. Mevcut hükümet sistemi gücü tek elde yoğunlaştırıyor. Kaynakların nasıl dağıtılacağına da tek başına karar vermek istiyor, belediyelerin sosyal yardım mekanizmalarını engellemeye çalışmak istemeleri, bu güç isteğinden kaynaklanıyor. Zemini kaybederiz ve düşeriz korkusu hâkim. Şu an bu hükümet sisteminde yapılabilecek bir şey yok. Ama muhalefet partilerinin yapabileceği bir şey var: Çıksınlar güvencesizlere, yoksullara, en az güçlendirilmiş parlamenter sistemi konuştukları kadar nasıl bir Türkiye hayal ettiklerini söylesinler. Yoksullar yine olacak mı, onların çocukları için ne yapacaklar, emekliler için ne yapacaklar, özel okullar gene olacak mı (çünkü bunlar eşitsizlik jeneratörü gibi), vergilendirmeyi değiştirecekler mi, ücretleri artıracaklar mı, sosyal gelir seçenekleri yaratacaklar mı, vs. Bunları konuşmadıkları takdirde gerçek bir alternatif oluşturabileceklerini düşünmüyorum. Zaten kararsızların fazla olması buna işaret ediyor.

İŞTEN ATILMAKTAN KORKUYOR

- Bir prekarya neden korkar?

İşsizlikten, işten atılmaktan, işyerinde mobbing deneyimlemekten, az maaş almaktan, başka gelir ve birikime sahip olmamaktan, tatil yapamamaktan, yeterli ve kaliteli beslenememekten, yalnız kalmak ya da bırakılmaktan, daha fazla güvencesizlik ve daha fazla belirsizlikten en nihayetinde.

- Peki, bu, örneğin işten atılma korkusu onun gündelik yaşamını nasıl etkiler?

Tamamıyla ona odaklanır. İşten atılmamak için de -eğer alternatifleri ve geliri yoksa- ne yazık ki işyerinin bütün talep ve yönlendirmelerine uyar. Kısacası gündelik yaşamı üzerindeki kontrolü başkalarına verir.

GENÇLER ÜLKEYİ TERK ETMEK İSTİYOR

- Gençleri iyi tanıyorsunuz. Şimdi siyaset onları “tavlamak” için kolları sıvadı… En büyük dertleri, beklentileri ne?

Dediğiniz gibi siyaset önümüzdeki seçimlerde yeni gelen seçmenin yani gençlerin önemli bir rolü olduğunu anladı. O yüzden AKP’den tutun diğer partilere kadar herkes farkındaysanız yeni kuşağa uygun sosyal medya kartlarını sahaya sürüyor. Bu konuda İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü’nde (IstanPol) Seren Selvin Korkmaz ile birlikte kaleme aldığımız Türkiye’de Gençlerin Güvencesizliği raporu çok çarpıcı veriler sunuyor. Gençlerin çoğunluğu fırsat bulsa ülkeyi terk etmek istiyor, daha iyi bir ücret ve yaşam beklentileri var, işyerinde daha çok söz istiyorlar, değer görmek istiyorlar. Bunu doğrudan böyle ifade etmiyorlar ama benim gördüğüm, hem ailede hem sokakta hem işyerinde ifade özgürlüğünün olmadığını düşünüyorlar; baskılanmadan konuşabilmek istiyorlar. Aslında gençler siyasal ve sosyal olarak adil bir ülkede yaşamak istiyorlar, bu da sanırım hepimizin talebi.

- Pandeminin görünür kıldığı adaletsizlik, eğitimde nasıl yaşanıyor?

Eğitimdeki özel-kamu ayrımı zaten bir eşitsizlik jeneratörü gibi. Bir zamanlar hepimiz aynı okula gider, farklı kimlikten, farklı sınıftan insanları tanır, dünyamızı zenginleştirirdik. Farklı yaşam ihtimallerini ve şanslarını tanırdık. Evet, o da eşitsizdi ama bugünkü kadar değildi herhalde. Geçen günlerde Bekir Ağırdır bir röportajında söyledi: taşrada okuyan çocuğun bugün sınıf atlama şansı kalmadı diye. Çok doğru, şunu da ekleyebiliriz: Büyükşehirlerde güvencesiz ve yoksul kesimlerde de aynısı geçerli, eğitimle yukarı çıkma ihtimalleri çok zayıfladı. Bu özel-kamu ayrımı çok büyük bir sorun. Öyle bir toplum düşünün ki belki de 24-25 yaşına kadar asla bir araya gelmiyorlar. İlk defa iş yaşamında karşılaşıyorlar, orada da zaten bir işyeri despotizmi olduğu için temas kurmuyorlar. Roosevelt, ABD için derdi: bu ülkede bir değil iki ulus var diye, yoksulların ve zenginlerin ulusu diye. Ne yazık ki durum Türkiye’de de böyle.

SİYASAL PREKARYANIN TALEPLERİ

- Size ait bir kavram “siyasal prekarya”… Onlar kim? Türkiye’de en iyi kim temsil ediyor bu kesimi?

Siyasal prekarya, bugüne kadar kendi üzerinde dayatılan ekonomik, sosyal ve siyasi politikaları reddeden ve yeni bir geleceği kurmak isteyenlere verdiğim ad. Mesela Sarı Yelekiler hareketinin sembollerinden biri olan Priscilla Ludosky, şöyle diyordu: Bizi vergilendirme tarzınızı değiştirin. Bu, bir siyasal prekarya talebidir. Daha fazlası için kitaba bakılabilir, özellikle son bölümde bunu çok işledim. İki temsil olabilir ya prekarya İspanya’da Podemos örneğinde gördüğümüz gibi kendi siyasal hareketini kuracak ve siyaset yapacak, ya da mevcut siyasette bir konum alacak. Türkiye’de şu an benim gördüğüm Canan Kaftancıoğlu güvencesizler ile temas kuruyor. Ev işçileri ya da kuryeler ile pandemi döneminde çalışmışlardı. Eminim önümüzdeki dönemde birçok siyasetçi bu konuya daha fazla eğilecek ve prekaryayı içinde bulunduğu çıkmaz karşısında dinleyecek ve bir siyaset örmeye çalışacaktır.

YORUMLAR

  • 0 Yorum