"Bu gerçek değil. Gerçek dünya, başka bir yerde yatıyor."

1992 yılında bir gün, Lawrence Mattis posta kutusunda adı bilinmeyen iki yazarın gönderdiği beklemediği bir senaryo buldu. Senaryo sadece birkaç Hollywood yöneticisinin anlatmak isteyeceği, yamyamlık ve sınıf çatışmasının ticari mantığa meydan okuyan, karanlık ve çirkin bir hikayesiydi. Öte yandan, tam olarak Mattis’in aradığı bir filmi temsil ediyordu.

"Bu gerçek değil. Gerçek dünya, başka bir yerde yatıyor."
06 Ekim 2019 - 10:06 - Güncelleme: 06 Ekim 2019 - 10:29
Sadece birkaç yıl önce, 20’li yaşlarının sonunda olan Mattis gelecek vaat eden avukatlık kariyerini bir kenara koyarak yetenek avcılığına büründüğü Circle of Confusion adlı firmayı kurmuştu. Amacı, temsilcisi olacağı yeni yazarları öne çıkarmaktı. Her ne kadar defalarca en iyi yetenekleri araması için Los Angeles önerilmiş olsa da, firmasını New York City’de kurmayı tercih etti. Postasında beliren o tuhaf senaryonun öncesinde, Mattis fikrinin tersini savunanların haklı olduğunu düşünmeye başlamıştı. “Her biri yaklaşık 500 dolar ödeme getiren birkaç satış yapmıştım ve hukuka geri dönmeyi planlıyordun. Ardından bu iki çocuğun mektubunu aldım: ‘Lütfen senaryomuzu okur musunuz?’ diyordu.” ‘Carnivore’ adını taşıyan senaryo zenginlerin cesetleriyle fakirlerin beslendiği bir aşevinde geçen korku hikayesiydi. Mattis, “Komikti, iç organlar geçiyordu ve yazan kişinin filmlerden anladığını açıkça ortaya koyuyordu” diyor. Yazarları, kendilerini “Chicago’lu ortalama insanlar” olarak tanımlayan Lilly ve Lana Wachowski’ydi. Gelecek yıllarda, birçok meslektaşları ve takdir edenleri tarafından kısca “The Wachowskis” olarak anılacaklardı. Çocukluklarını radyo tiyatrosu sunmak, çizgi roman çıkarmak ve kendi role-playing oyunlarını düzenlemek ile geçiren Wachowski’ler, Mattis ile temasa geçtikleri güne kadar hep birlikte çalışmıştı.  Bir hemşire ve sanatçı olan anneleri ile işadamı olan babaları tarafından Chicago’nun güney yakasında orta-sınıf bir mahallede büyütülmüşlerdi. Onlar büyüdükçe, ebeveynleri sanatı, özellikle de filmi keşfetmeleri için onları teşvik etti. Lana, “Gösterime giren her kasvetli filmi izliyorduk… Gazeteye göz atar, izlemek istediğim filmleri işaretler ve hepsini nasıl izleyeceğimi planlardım” diyor. Wachowski’ler 50’li yılların ‘Sunset Boulevard‘ ve ‘Strangers on a Train‘ gibi etik açıdan kasvetli klasiklerini, aynı zamanda 60’lı ve 70’li yılların ‘Repulsion‘ ve ‘The Conversation’ gibi gerilimlerini seviyordu. Ancak beyaz perdede benzeri zor görülecek bir tecrübe 1982’de yaşandı. Genç kardeşler ‘Blade Runner‘ın birçok gösterimini izledi.  Zalim bir geleceğe ait suç filmi, sinemalardan neredeyse gösterime girdiği gün sürgün edildi. Lana, “Bizim dışımızda herkes Blade Runner’dan nefret etmişti” ifadesini kullanıyor. Nihayetinde her ikisi birden yüksekokulu terk eden Lana ve Lilly, beraber kurdukları bir inşaat firmasında çalıştılar. Aynı zamanda çizgi roman ve senaryolar hazırlamaya devam ettiler. İlk zamanlarında film yapımcılığı konusundaki bilgilerinin büyük kısmı, ünlü indie film yapımcısı Roger Corman’ın ‘How I Made a Hundred Movies in Hollywood and Never Lost a Dime‘ (Nasıl Hollywood’da Yüz Film Çekip 10 Sent Bile Kaybetmedim) biyografi/kılavuz kitabından geliyordu. Corman, 1960’ların ‘The Little Shop of Horrors‘ gibi B sınıfı filmlerin yönetmeniydi. Lana, “İlham gelmişti…Düşük bütçeli bir korku filmi çekmek istiyorduk” diyor. Carnivore’un senaryosu bittikten sonra bir ajans kılavuzundan Mattis’in ismini buldular. Orijinal senaryo piyasasının patladığı ve senaristlerin süperstara dönüştüğü bir zamanda, her ne kadar abartılı olsa da fikrinizi satmaya çalışmak için iyi bir dönemdi. 1990’da, Joe Eszterhas Basic Instinct için 3 milyon dolar kazanmış, aynı sene Lethal Weapon’ın yaratıcısı Shane Black aksiyon komedi ‘The Last Boy Scout‘ için neredeyse 2 milyon dolar almasının ardından Los Angeles Times’da geniş yer edinmişti. Mattis o günleri, “Hollywood anlaşmaları ana akım medyada yer almaya başlamıştı ve her gün çılgın paralara senaryolar satılıyordu” diyerek anlatıyor. Mattis, Carnivore’u okuduktan kısa bir süre sonra Wachowski’ler ile sözleşme imzaladı. Senaryonun zengin ana hikayesi yapılmayacağının garantisini veriyordu ancak kardeşlere bir sonraki çabaları için yeterince ilgi gösterilmesini sağladı: Duelloya tutuşan iki tetikçinin karanlık hikayesi Assassins, 1 milyon dolara satılacaktı. Anlaşma yapıldığı günlerde, Wachowski’ler ebeveynlerinin evini tadilattan geçirmekle uğraşıyordu. Kısa süre sonra, inşaat işinden temelli ayrıldılar. Hollywood’a sıçrayış Yönetmen koltuğunda Richard Dorner’ın olduğu ve yapımcılığını Warner Bros’un üstlendiği Assassins, beyazperdede başrollerinde Sylvester Stallone ve Antonio Banderas ile çıktı. Ancak film Wachowski’ler için tam bir şok olmuştu. Senaryoları yeniden yazılmıştı, o derece ki Lana filmi “kürtajımız” olarak tanımlamıştı. Kardeşler bir sonraki filmlerinde kontrolü daha iyi ele aldı. Başrollerinde Gina Gershon ve Jennifer Tilly’nin olduğu Bound, bir mafya üyesinden milyonlarca doları kapmaya çalışan iki sevgilinin heyecan verici gerilimiydi. Bound, en başından kimin patron olduğunu çok net ifade eden kardeşlerin yönetmenlik koltuğundaki siftahıydı. Filmin senaryolarından birinde, “Bu bir sevişme sahnesi ve çıkarmıyoruz” uyarısı yer alıyordu. 1996’da Sundance Film Festivalinde gösterildikten sonra heyecanlı ve tüyler ürpertici Bound sonbaharda gösterime girdi. Film, özellikle Warner Bros ofislerinde önemsiz bir hit oldu. Stüdyo 1950’lerde Fransa’dan çıkan sarsıcı Diabolique filminin pahalı bir yeniden yapımını henüz izlemiş ve izleyicileri etkilemeyi başaramamıştı. O dönem stüdyoda üst düzey yöneticilerden olan Lorenzo di Bonaventura’ya göre, Warner Bros eşbaşkanı Terry Semel üstüne Bound’u izleyince haykırarak, “Lanet olsun, bu film harcadığımızın küçük bir kısmına mal olur ve çok daha ilgi çekici” ifadesini kullanmıştı.



Seçilmişi bulmak 90’ların sonunda, Keanu Reeves’in aktörlük kariyerini tek bir kelime ile özetlemek mümkündü: woe (keder). 90’lar yeterince gelecek vaat eden bir şekilde başlamış, Reeves Point Break’de sörf yapan gizli bir polis olarak role başlamıştı. Bill&Ted’s Bogus Journey filminde zaman yolculuğu yapmış ve My Own Private Idaho’da yumuşak sesli bir erkek fahişeyi oynamıştı. Birkaç yıl sonra, 1994’te rol oynadığı yüksek hızlı gerilim Speed, bir sonraki Die Hard kahramanı olabileceğine işaret etti. Ancak aktörlük kariyerini tuhaf, afallatıcı bir yerden diğerine taşıdı. Romantizmin çiselediği bir dönem (A Walk in the Clouds) ve ahmakça modern romantizm (Feeling Minnesota) dönemi yaşandı. Birkaç yapmacık aksiyon rolünden de bahsetmeden olmaz: Cyberpunk macera Johnny Mnemonic gibi. 90’lı yılların sonuna yaklaşıldığında, 30’lu yaşlarının başında olan Reeves, Hollywood’da yerinin neresi olacağı konusunda biraz söylenmeye başladı. “Aman Tanrım, ortalıktan silindin mi? Bir stüdyo benimle çalışacak mı?” gibi düşüncelere dalmıştı. Korkuları yersiz değildi. Reeves, şeytana karşı geldiği avukatı oynadığı “çöp başyapıtı” Devil’s Advocate‘i Warnes Bros için henüz yeni tamamlamıştı. Bu film 1997’de ılımlı bir hit olmayı başarsa da, The Matrix için oyuncuları belirleme vakti geldiğinde Neo için düşünülen adaylar arasında Reeves listenin tepesinde değildi. Di Bonaventura’ya göre rol için düşünülen adaylar arasında Will Smith (Wild Wild West‘i yapmak istiyordu), Brad Pitt (Seven Years in Tibet‘ten yeni çıkmıştı) ve Leonardo DiCaprio (Titanic‘in ardından özel efektli bir film daha yapmak istemeyen isim) vardı. Di Bonaventura, “Öyle bir noktaya geldik ki rolü Sandra Bullock’a önerdik ve karakteri bir kadına dönüştürebileceğimizi söyledik… O da hayır dedi” sözleriyle anlatıyor. 1997’nin başlarında, Reeves kendini Warner Bros’un Burbank, California’daki merkez binasında buldu. Kendisine The Matrix’in senaryosunu göndermiş olan Wachowski’lerle ilk görüşmesi için otoparka girdi. “O senaryoyu ilk okuduğumda, beni deli gibi memnun etti” diyor Reeves. O gün kardeşler Reeves’e tasarımlarından bazılarını gösterdi. İlerleyen muhabbet, daha sonra devam edeceklerine işaret ediyordu. Reeves, “Bana çekimlerden önceki dört ay boyunca eğitimden geçeceğimi söylediler… Suratımda büyük bir gülümseme belirdi ve onlara ‘Evet’ dedim” diyor. Lana Wachowski ise “Manyakça bağlılık gösterecek birisi gerekiyordu ve Keanu’nun manyağımız olduğunu biliyorduk” yorumunu yapıyor. Bilim-kurgu ve felsefe düşkünü olan Reeves, Wachowski’ler kendisinden rolüne hazırlanmak için Jean Baudrillard’ın algı büken 1981’e ait Simulacra and Simulation adlı eserini okumasını istediğinde de yan çizmedi. Di Bonaventura, “İnsanların en büyük yanlış algılarından bir tanesi, Keanu’nun akıllı olmadığını düşünüyorlar… Bu Bill&Ted filmlerinden olabilir. Ancak Keanu bana içinden çıkamadığım kitaplar veriyor. Wachowski’ler de Kaeanu’nun içinde entellektüel bir araştırmacı buldu” diyor. Neo’un sakin, the Matrix’in klinik rehberi Morpheus’u kimin oynayacağı daha büyük bir muamma oldu. Warner Bros rolü Arnold Schwarzenegger ve Michaek Douglas gibi yıldızlara bile önerdi ve ancak ikisinden de ret aldı. Wachowski’ler ise delikanlı çağında Francis Ford Coppola’nın katliam dolu Apocalypse Now filminde oynayan ve 1993 yapımı What’s Love Got to Do with It ile ağzı bozuk Ike Turner’ı oynayarak Oscar’a aday gösterilen Laurence Fishburne’u istiyordu. Aktör ile 1997 yazında, Las Vegas’ta Mike Tyson’un Evander Holyfield’ın kulağını kopardığı boks maçında tanışmışlardı. Lana Wachowski’nin tanıştıktan sonraki sözleri şu şekilde: “Aynalı gözlük giyen ve bilmeceler ile konuşan bir adam hayal ediyordum… Seninle tanıştığımda ve sesini duyduğumda o adam olduğunu biliyordum.” Stüdyo yöneticileri ise hem Emmy hem de Tony ödülü olmasına rağmen Fishburne’un deniz aşırı ülkelerde yeterince tanınmadığından endişe ediyorlardı. Onların tercihi 1995’in hiti Batman Forever‘da Dark Knight’ı oynayan ve The Island of Dr. Moreau‘nun çekimlerinde ‘dram ile uyuşmaz’ çizgisine oturan Val Kilmer’dı (Kilmer için büyük bir yapım sayılırdı; başrolü paylaşan isim çekimlerin büyük kısmında kafasında buz kovası ile etrafta yalpalayan efsanevi derecede imkansız Marlon Brando’ydu). Di Bonaventura, “Wachowski’ler Val hakkındaki tüm hikayeleri duymuştu ve ‘Evet yine de filmin bitmesini sağlıyor’ demişti. Biz de Bel-Air Hotel’de görüştük ve bize Morpheus’un neden filmi sürükleyen isim olacağını sordu. İki dakika içinde bittiğimizi biliyordum” diyor. Kilmer kısa süre sonra görüşmeden ayrıldı ve rol Morpheus’u her zaman “Obi-Wan Kenobi’nin ve Darth Vader’ın bir araya gelmiş hali (belki biraz da Yoda) olarak gördüğünü belirten” Fihburne’a gitti. The Matrix için doldurulması gereken üçüncü büyük rol Trinity’di. Yükseklerde uçan, hızlı tekmeler savuran teknisyen, Morpheus’un yeraltı gemisi Nebuchadnezzar’daki yardımcısıydı. Jada Pinkett Smith rol için denemelere katıldı ancak “Keanu ile birbirimize uymadık” diyecekti. “Aramızda hiçbir kimya yoktu.” Wachowski’ler nihayetinde Kanada doğumlu Carrie-Anne Moss’a gitti. Moss, 90’li yılların Models Inc. ve F/X: The Series gibi dramlarında oynamıştı (Aynı zamanda Matrix adından Kanada yapımı fantezi serisinde de). Günler süren beyazperde testinde, Moss dublörler ile eğitim ve boks yaptı. Ardından, “Günlerce yürüyemeyeceğim” demişti. Wachowski’ler kamerayı dublörler ile oyalamamak için aktörlerin üstlerine düşen fiziksel çalışmayı yapmasını istiyordu. Yine de Moss, “Söylediklerini gerçekten yapacağımı düşündüklerini sanmıyorum, tabii ki bir binadan diğerine atlayamam!’ diye düşünüyordu.



Di Bonaventura, Wachowski’lerin bir sonraki yapımlarını ne üzerine çekmek istediklerini çoktan biliyordu. Aslına bakılırsa, senaryoyu çoktan satın almıştı. Eline geçenleri şaşkına çeviren bir senaryo. Wachowski’lerin yeni hikayesi o kadar ileri giden ve fütürist bir yapıya sahipti ki, senaryoyu okuyanların aklından bir soru geçiyordu: What is the Matrix? Boş senaryolar yazmak ve asansör boşluk etmenin dışında geçen 90’ların ilk yıllarında, Wachoswki’ler tüm bilim-kurgu takıntılarının taslaklarını içerek bir kitap hazırlamanın hayalini kurmuştu. Lilly, kardeşlerin ortak hedef listesinden hayallerini sayarak, “Birçok konuya ilgimiz vardı… Mitolojiyi modern konsepte uyarlamak, kuantum fiziğini Zen Budizm’i ile bağdaştırmak ve kendi yaşamlarımızı sorgulamak gibi.” Aynı zamanda Hong Kong aksiyon filmlerine meraklıydılar; 2001: A Space Odysset ve Jean-Luc Godard’ın 1965 yapımı Fransız suç bilim-kurgu filmi Alphaville gibi eskilere bağımlıydılar; yükselişte olan internetin etkisine kapılmışlardı ve Homeros’un Odessa’sını her ikisi de defalarca okumuştu. Wachowski’ler The Matrix adını verdikleri yapım için fikirlerini elleriyle not defterlerine doldurdu. Yaratıcı seansları Rage Against the Machine ve Ministry’nin agresif-rock beyaz gürültüsü ile ses buluyordu. Nihayetinde çizgi roman konseptini rafa kaldırarak senaryo için yılların emeği olan konseptler ve çizimler indirmeye karar verdiler. The Matrix için hazırladıkları detaylı senaryo, asıl mesleği dışında Neo adında bir hacker’a bürünen sıkılmış bir ofis çalışanını konu alıyordu. Neo bir gece Morpheus ile tanıştı: Her birimizin bilgisayarda çalışan kötü bir simülasyon içinde yaşadığımızı ortaya çıkaran gizemli bilge. Morpheus, Neo’ya bir seçenek sundu: Mavi hapı yutarak sıkıcı ofis hayatına geri dönebilir, her ne kadar (açıkça) sahte bir gerçeklik olsa da mutlu yaşayabilirdi. Veya zihnini değiştirecek bir dönüşümü başlatacak kırmızı hapı yutabilirdi. Böylece the Matrix’in yolunu tutmadan ve “the One” (seçilmiş diyelim) olacağına dair kehaneti gerçekleştirmeden önce belli yeni özelliklere kavuşacaktı. Neo kırmızı hapı tercih etti ve silahlar kullandığı, kung-fu yaptığı süper askere dönüştüğü yolculukta gösterdiği tepki gerçekliğe yakındı: “Whoa.”





Üniversitede felsefe öğrenimi gören Mattis, The Matrix ile 17’nci yüzyılda yaşamış olan Fransız düşünür Rene Descartes’ın fikirleri arasındaki bezerlikleri fark etmişti. Descartes, insanın hakiki gerçekliği bilmekteki yetersizliğini kaleme almıştı. Mattis, “Senaryoyu ilk okuduğumda onlara telefon ettim ve ‘Bu inanılmaz! Descartes hakkında bir senaryo yazdınız! Peki bunu nasıl satacağım?” demiş. Mattis, senaryoyu 1995’te sektörde dolandırmaya başladı, yani tam olarak internetin yayıldığı dönemde. Bir zamanlar akademisyenler, hacker’lar ve askeri çalışanların çevirmeli alan adından ibaret olan teknoloji, genişbant bir fenomene dönüşüyordu. Çevrimiçinde, gerçeklik bükülebilir hale geliyordu. Kullanıcılar ne zaman bir ekran kolunu tutsalar veya bir e-posta adresi temin etseler, yaradılışlarını baştan yazma şansına erişiyor ve kendilerine ait yepyeni bir versiyon ortaya çıkarıyorlardı: Yeni bir ad, yeni bir cinsiyet, yeni bir şehir, yeni herneyse. İnsanlar her gün kendi sanal dünyalarına adım atıyorlardı ve Wachowski’nin senaryosu onlara bir soru yöneltiyordu: Şimdi istediğimiz kadar gerçeklik yaratabiliyor hale geldiysek, hangisinin aslında “gerçek” olduğunu nereden biliyoruz? Bu sorulmadığı takdirde dönüşümlerle, kovalamacayla, sonu gelmeyen silahlı çatışmalarla ve hatta bir helikopterin gökdelene çarpışma sahnesi bulunduran aksiyon dolu bir senaryo için yerinde bir soruydu. Dahası, birçok stüdyo yöneticisini The Matrix’in kullanılabilir bir film olduğuna ikna edecek bir hap bulunmuyordu. İlgi gösteren tek stüdyo, senaryoyu yıllar önce satın ama Wachowski’ler Bound ile meşgulken bir kenara koyan Warnes Bros’du. Yapımcı Joel Silver ile en başından filmi destekleyen Bonaventura, “Kimse senaryoyu anlamamıştı… ‘Bu nasıl olacak? Bir odada oturuyorum, ancak aslında bir makinenin içindeyim? Biz ne halt yiyoruz’ diyorlardı.” Di Bonaventura, Wachowski’lerden üç-dört filme yetecek senaryoyu daraltmalarını ve ilk olarak yönetmenlik yapabileceklerini göstermek için Bound’a odaklanmalarını istedi. Ancak Bound’un başarısına rağmen Warner Bros yönetimi daha fazla iknaya ihtiyaç duyuyordu. Bunun üzerine Wachowski’ler The Matrix’in iç karartan teknolojilerini tasarlaması için sanatçı Geof Darrow ile anlaştı. Warrow, elektriği andıran savaş makinesi Sentinel, sperm benzeri böceği ve vücutlardan enerji soğuran Enerji Santralini tasarladı. Wachowski’ler aynı zamanda yaklaşık 600 film sahnesini çizen Steve Skroce ile The Matrix’i an be an hazırlamaya başladı.





Son olarak, Wachowski’ler Warner Bros eşbaşkanı Semel ve Bob Daly’e hazırladıkları tüm the Matrix materyallerini sundu. Di Bonaventura, “Sıradışı bir gösteriydi… Bir Wachwski hikayeyi anlatıyor, diğeri de ağzıyla ses efektleri yapıyordu” diye anlatıyor. Sunumun ardından Semel yöneticilere firmanın The Matrix için bütçe ayırıp ayırmayacaklarını sordu. Di Bonaventura, o anda “Yarım saniye düşündüm ve hiç para kaybetmeyeceğimizi söyledim” diyor. The Matrix’in bütçesi 60 milyon dolarak öngörüldü. Tek bir cümle ile izahı mümkün olmayan fikir için büyük bir paraydı. Öte yandan bu bütçe Warner Bros’un Batman&Robin için harcadığı paranın çok daha altındaydı. Felaket derecede yüksek maliyetli yapım, henüz 1997’ye girilmeden silinip gitmişti. Warner Bros, diğer tüm stüdyolar gibi sinema severlerin talep edilmeden sunulan yeni yapımlardan ve yenilemelerden bıkmıştı. İzleyiciler macera ve yeni fikirler istiyordu. Di Bonaventura, “Diziler düşüşe geçmişti ve birçok film türü ölüyordu: aksiyon-komediler, ahbap-polis filmleri… Farklı bir şeyler yapmamız gerektiğini biliyorduk.” Patronlar onayı verdi. Wachowski’ler filmin Avustralya’da çekilmesi şartıyla (daha ucuza gelecekti) 60 milyon dolar bütçeyi verecekti. Yıllar sonra, Chicago’dan gelen “normaller” nihayet The Matrix’i inşa edebileceklerdi. Şimdi tek yapmaları gereken “seçilmişi” (The One) bulmaktı. 1 2 3 4 5 6



Bu yazı, Brian Raftery imzası ile WIRED’da yayınlanan “How The Matrix Built a Bullet-Proof Legacy” adlı makalenin Türkçe’ye çevrilmiş halidir.



Read more at: https://www.dijitalx.com/2019/03/31/gercekligin-perdesini-aralayan-the-matrixi-bilim-kurgu-efsanesine-donusturen-hikaye/

YORUMLAR

  • 0 Yorum