'Bunun adı nepotizm bağımlılığı'

RTÜK’ün CHP kontenjanından seçilen üyesi Okan Konuralp: ‘Bunun adı nepotizm bağımlılığı’

'Bunun adı nepotizm bağımlılığı'
27 Haziran 2020 - 10:08

İpek Özbey

RTÜK'ün CHP kontenjanından seçilen üyesi Okan Konuralp’e göre kayırmacılık iktidarı esir almış durumda. Her dönemin kendi içinde bir kayırmacılık anlayışı olduğunu, ancak şimdiki durumun farklı olduğunu belirten Konuralp, “sadece kayırmacılık niyetiyle yapmıyor, kayırmacılığın esiri olduğu için bu adımları atıyor” diyor.


RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in Halkbank yönetimine atanmasıyla başlayalım isterim. Bildiğim kadarıyla yasa önceden buna izin vermiyordu, ya şimdi?

RTÜK kanununun 38. Maddesi, Üst Kurul üyelerinin çalışma koşullarına ilişkin esasları belirliyor. Bu maddeye göre, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu hükümleri saklı kalmak koşuluyla ve asli görevlerini aksatmayan bilimsel amaçlı eser hazırlama, ders ve konferans verme gibi görevler hariç resmi ve özel nitelikte hiçbir görev alamıyorlardı. Ancak 375 Sayılı KHK’nın 2013 tarihli bir ek maddesiyle işler değişiyor. RTÜK’ün de aralarında bulunduğu düzenleyici ve denetleyici kurumların üyelerine, kendi mevzuatlarına bağlı olmaksızın kamuya ait kurumlarda görev almalarının önü açılıyor. RTÜK Başkanı Sayın Ebubekir Şahin’in banka yönetim kurulu üyeliği bu KHK çerçevesinde. “Yasal” denilen, böyle bir siyasi düzenleme, aslında. Ancak, mevzuata uygunluk, bu tür görevlendirmeleri kamu vicdanı açısından her zaman doğru kılmıyor. Örneğin kamu bankalarının televizyon reklamlarındaki payı, medya sahiplerinin de kamu bankalarıyla aralarındaki kredi ilişkileri düşünüldüğünde; alınacak kararlarda Sayın Şahin’in söz sahibi olacak olmasını sorunlu görüyorum. İşin teknik çerçevesi bu. Asıl soru ise “Neden eski bakanlar, eski belediye başkanları, eski olimpiyat şampiyonları, düzenleyici ve denetleyici kurumların üyeleri banka yönetim kurulu üyeliğine getirilir?” 

- Sizce?

Liyakat sadece, “İşin ehline verilmesi” değildir. Çünkü liyakat görevlendiren kişiyle birlikte, görevlendirilen kişiye de sorumluluk yükler. Örneğin, biri sizi ek bir makama atamak istiyor. Siz, “Bulunduğum makam benim için yeterlidir” diyorsanız, bir liyakat örneği göstermiş olursunuz. Ya da “Ben uzun yıllar devlete bakanlık yaptım. Bu türden üyeliklere gerek yok. Teşekkür ederim” demeniz de bir liyakat göstergesidir. Sizi kim nereye atamak istiyor olursa, olsun... Ben tüm yaşananları bir yönetim krizi olarak görüyorum. Sadece atanan kişiye bir ek gelir ya da yeni bir makam sağlamak için değil, bu görevlendirmeler. Sadece bir gazeteci olarak değil, bir sosyolog olarak da söyleyebileceğim, “Nepotizm” yani kayırmacılık siyasi iktidarı esir almış görünüyor. Elbette Her dönemin kendi içinde bir “kayırmacılık” anlayışı vardı. Mevcut siyasi iktidar da uzun süre benzer adımları attı. Kendi kadrolarından isimleri, -liyakatli, liyakatsiz- uygun gördüğü yerlere atadı. Ancak şimdiki durum farklı. Yani, sadece kayırmacılık niyetiyle yapılmıyor; bir noktadan sonra kayırmacılığın esiri olunduğu için de bu adımlar atılıyor. Mevcut yönetim sistemi de bu karşılıklı bir bağımlılık ilişkisini güçlendirdi. Bir nevi “nepotizm (kayırmacılık) bağımlılığı” ile karşı karşıyayız.

-Nasıl bir bağımlılık bu?

Kayrılan kişiler, daha çok kayrılmak, daha çok ayrıcalık sahibi olmak istiyor. Olanla yetinilmiyor, yetinilemiyor. Kayıran irade de daha önce kayırdığı kişiler dışında yeni bir ilişki kurmak istemiyor. Yani birbirlerine karşı o kadar ciddi güvensizlik oluştu ki, eldeki makamların önemli bölümü dar bir kadro için kullanılıyor. Elbette, vurguladığınız gibi “Yüzde 50 artı 1” de önemli bir etken, olsa gerek. Nihayetinde tek bir oyun dahi önemli olduğu bir sistem. Haliyle, herkes önemli ama bazıları daha önemli. Sonuç olarak da içe doğru bükülen bir kayırmacılık yaşanıyor. Kayırmacılık bağımlılığı... Yapmadan, edemiyor.  Kamuoyuna yansımasa bile özellikle siyasi iktidar çevrelerinde de bu türden atamalara yönelik tepki var. Kimi tepkiler “O kayrılıyor da ben neden kayrılmıyorum” düzeyinde. Yani rekabet ve kıskançlık var. Ancak tepkilerin hatırı sayılır bir bölümü, “Bu türden atamalar doğru değil” şeklinde.  

- Peki, siyasi iktidarı destekleyen medya açısından tabloyu liyakat ve kayırmacılık açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kabul etmek gerekir ki siyasi iktidar, uzun süre medyayı kamuoyu oluşturmak adına, başarıyla kullandı. Ancak, objektif bir değerlendirmeyle bakıldığında görünen, siyasi iktidara yakın medyanın kamuoyu oluşturma gücünün azaldığı... Kamuoyu oluşturmakta eski maharetleri yok. Bu tespiti yalnızca konuyla ilgili çalışmalar yürütenler söylemiyor, kendileri de itiraf ediyorlar. Siyasi iktidarın hatalarından biri, ana akımı da kapsayacak şekilde medyayı sadece kendisini destekleyen bir yapıya dönüştürmek oldu.  Bu gerçekleştiğinde; yani medya ile varoluşsal bir bağımlılık ilişkisi kurulduğunda yapılan gazetecilik olmaz; olan yavan bir propagandadır. Siyasi iktidarı iyi, muhalefeti kötü göstermek için her şeyi yaparsınız. Örneğin, ekonomik sıkıntı içinde  bulunanlara, işsizlere “Ekonomi tıkırında” derseniz, bir, iki ve nihayetinde inandırıcılığınızı kaybedersiniz. Vatandaş, “Ekonomi iyi gitmediği halde ‘iyi’ diyorlar. Öyleyse, muhalefet için söyledikleri de doğru değildir” diyerek şüphe duymaya, sorgulamaya başlar. Yapılan araştırmalar da gösteriyor ki özellikle kentli modern muhafazakarlar gençler bu sorgulamanın merkezinde yer alıyor.

- Bu türden bir yayıncılık anlayışının kendileri açısından yarattığı olumsuzluğu göremiyorlar mı?

Bence, bir bölümü bunun farkında ancak düzeltemiyorlar. Nedenlerden biri, her birinin sorunu, diğerinde görüyor olması. Herkes kendini doğru, diğerini yanlış buluyor. Birbirlerine karşı da kibirliler. Kendi içlerindeki kavgaları örneklemeye gerek yok. Medya alanında da liyakatsizlik sorunuyla yüz yüzeler. Kendi tezlerini savunması için televizyonlara çıkarttıkları isimlerin hali ortada. Ellerinde kala kala tek seçenek; muhalif olanlara yönelik “linç” girişiminde bulunmak, korkutmak.

- RTÜK ve Basın ilan kurumu eliyle yeni bir medya dili yazıldığını söyleyebilir miyiz? Öte yandan evrensel ölçüler açısından değerlendirildiğinde Türkiye’de basın özgürlüğü nerede duruyor?

Elbette, bazı yayın kuruluşlarına ağır yaptırımlar uygulanıyor, gazetelerin ilan hakları kesiliyor; gazeteciler hapse atılıyor. Sözcü Gazetesi Ankara Temsilcisi Saygı Öztürk’e yönelik ithamlar ortada. Ancak tüm bunlar  mutlak bir medya hâkimiyeti kurmaya yetmiyor. Sanılıyor ki doğru söyleyenler sustuğunda, susturulduğunda hakimiyet oluşacak. Sorun her şeye rağmen gazetecilik yapmaya çalışanların olması değil, ülkede bir küçük azınlık dışında gazetecilik yapılmıyor oluşu. Bunun üzerinden bir hakimiyet alanı yaratılamaz. Öte yandan özgürlük vakfedilen, bahşedilen bir şey değildir. Özgürlüğün kendisi, özgürlüğün savunucuları, kullanıcıları tarafından yaşatılır. Hala birileri, her türlü baskıya rağmen gazetecilik yapmaya çalışıyorsa, orada “Basın özgürlüğü kalmamıştır” demek, yanlış olur. Her şeye rağmen özgürlüğünü savunan, bunu da haberleriyle, duruşlarıyla ortaya koyan gazeteciler, basın kuruluşları olduğunu unutmamak lazım. Örneğin Cumhuriyet, Birgün, Evrensel, Sözcü, Karar, Milli Gazete ve diğerleri bu çileyi neden çekiyor? Bakın, sosyal medya aracılığıyla da olsa onlarca isim son derece nitelikli gazetecilik örnekleri sergiliyor; basın özgürlüğünü savunuyorlar. Özgürlük alanı küçüldü mü, küçüldü ama yeniden büyür. Büyüyor da zaten. Tüm kanalların, gazetelerin kapatıldığını düşünelim. Yine de haber gelir, muhatabını bulur. Tüm yayın organları baskı altına alındığında, masalarımızdaki sohbeti ne yapacaksınız? Bir annenin, işsiz çocuğu ile işsiz kocasını buluşturduğu yemek masasındaki sohbeti ne yapacaksınız? İşten atılan bir gencin, işsiz bir başka gençle sohbetini ne yapacaksınız? Her ev birer haber bültenine döner, döndü de zaten.

YANLIŞI NASIL DÜZELTECEKLERİNİ BİLMİYORLAR

- Şunu merak ediyorum. Ülke TV’de bir programda Sevda Noyan’ın skandal sözleri sonrası RTÜK’te ne yaşandı… Evet, yayıncı kuruluşa müeyyide uygulanmasına hükmedildi… Ama hatırlıyoruz ki, RTÜK Başkanı önce ‘Büyütülecek bir şey yok” dedi....

Söylediklerimin somutlaştığı noktadır, Sevda Noyan örneği. Siyasi iktidarı destekleyen bir kanalda, hukuk devletinde kabul edilemeyecek bir değerlendirme yapıldı. Sonrasındaki süreç bir kriz yönetimiydi, yönetemediler. Bir süre “Şimdi ne yapacağız? Ne yapmalıyız?” sorusuna yanıt bulamadılar. O kadar, dokunulmaz kıldılar ki kendilerini, haliyle gerçekten dokunmak gerektiğinde, ‘nasıl’ dokunacaklarını bilemediler. Tartışma, programın yayınlanmasından bir hafta sonra başladı. Yani aslında kimsenin haberi yok programdan; izlenmemiş. O arada geçen bir haftada, kanal yöneticileri de dahil, hiç kimsenin programda söylenenlerin vahametinin farkında olduğunu düşünmüyorum. Farkında olsalar, yayından yaklaşık bir hafta sonra başlayan tartışmalara hazırlıklı olurlardı. Çünkü dediğim gibi, o kadar dokunulmaz kıldılar ki kendilerini, hataların da farkına varamıyorlar, yanlışı yanlış olarak kabul edip, nasıl düzelteceklerini de bilemiyorlar.

- Peki, sonrasında nasıl büyütülmesine karar verdiler?

En önemlisi kamuoyu tepkisi tabii… Ancak, daha çok iktidar kamuoyundan gelen tepkiler belirleyici oldu. Siyasetin yüzde 51’lik denkleminde son derece önemli bir kesim var ki AK Parti dışına doğru kümeleniyor. Çeşitli nedenlerle AK Parti ile bağı zayıflayan, bir küme. Gerek kanaldan yapılan özür açıklaması, gerekse de sizin de deyiminizle ‘Büyütme’ kararı, bu kümeye yönelik bir mesaj olarak alındı. Bir nevi “Gereğini yapıyoruz. Merak etmeyin” mesajı. Ancak bir faydası olmadığı, görülüyor. Siyasi iktidara yakın isimlerden, iktidara yakın medyada çalışan arkadaşlardan gelen mesajlardan gördüğüm de bu. Özellikle, muhafazakar gençler çok tepkili bu türden yayıncılığa. Yakın arkadaşları seküler, komşusu yardımsever, hayranlık duyduğu üniversitedeki hocası son derece hoşgörülü ve özgürlükçü. Hal böyle olunca, ailesine ait geleneksel aidiyetinden kopuyor. Hatta bir çoğu ailesini de dönüştürüyor.

- Sonradan vazgeçildi ama ‘Sosyal Medya Etik Kuralları’ bağlamında başlatılan ‘Yeşil Top’ uygulama hakkındaki görüşlerinizi de merak ediyorum...

Özel bir görüş ifade etmeme gerek yok. Saçmalığı da akıbeti de ortada. Hegemonya inşa etmenin bile bir felsefesi olur, yoktu. Başlatanlar tarafından bitirildi. Üzerine konuşmaya değmez, diye düşünüyorum.

 

YORUMLAR

  • 0 Yorum