Kronik hastalığı olanlar salgında ne yapıyor?

Sokağa çıkma yasakları, hastanelere olan güvensizlik ve korku bu tür hastaların kontrollerinin yapılmasını aksatıyor. Bunların başında da düzenli kontrol gerektiren diyabet hastaları geliyor...

Kronik hastalığı olanlar salgında ne yapıyor?
24 Ocak 2021 - 10:58

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi'nin bir araştırması, Amerika'da Covid-19 nedeni ile ölenlerin yaklaşık yüzde 40'ının diyabet hastası olduğunu ortaya koyuyor. 65 yaşın altında hayatını kaybedenler arasında diyabet oranı yüzde 50'ye çıkıyor. Başka kronik hastalıklar da eşlik ederse ölüm riski daha da artıyor.

Türkiye'deki nüfusa oranlı diyabet ortalaması dünyadakinin iki katı, Avrupa ortalamasının ise üç katı ve hızla da artıyor. Sosyal Güvenlik Kurumu'nun kayıtlarına göre de 7,8 milyon ilaç kullanan diyabetli var. Şu anda ülkede 11 milyon civarında diyabetli olduğu hesaplanmakta.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre 1980 yılında 108 milyon olan diyabetli sayısı 2014'te 422 milyona yükseldi. Diyabetin küresel nüfusa oranı 1980'lerde yüzde 4,7 iken bu rakam 2014 yılında yüzde 8,5'e çıktı. Hareketsiz yaşam tarzı ve uygun olmayan beslenmenin bu artıştan sorumlu olduğu düşünülüyor. 2007 yılında Birleşmiş Milletler diyabeti global bir tehdit olarak ilan etti.

Diyabet kendi başına önemli bir sorun iken virüs ile birlikteliği daha karmaşık bir durum ortaya çıkardı. Tip 2 diyabet ağızdan alınan ilaçlarla kontrol altında tutulabilirken, Tip 1 diyabet ve Tip 2'nin ileri evrelerinde insülin tedavisi gerekiyor. Her buluşun olduğu gibi insülinin bulunmasının da ilginç bir hikâyesi var.

İnsülin pankreas tarafından sentezleniyor ve salgılanıyor. Köpeklerde yapılan çalışmalarda pankreasın çıkarılmasının diyabet benzeri bir tablo oluşturduğu ve bu köpeklerin pankreas ekstresi verildiğinde düzeldiği görülünce bunu sağlayan maddenin araştırılması başlamış.

Sonunda insülin, Frederick Banting ve tıp öğrencisi Charles Best tarafından 1921 yılında Toronto'da yapılan çalışmalarda keşfedilmiş. Buradaki fizyoloji laboratuvarının başındaki Profesör Macleod'un büyük desteği olduğu belirtiliyor. Daha sonra James Collip ekibe katılmış ve insülini saflaştırmış.

1923 yılında Banting ve Macleod bu keşiflerinden dolayı Nobel Ödülü'nü almış. Fakat Banting bu ödülde Best'in de hakkı olduğunu, Macleod ise Collip'in de hakkı olduğunu ileri sürünce alınan ödül bu dört araştırmacı arasında paylaşılmış. Kayıtlarda hâlâ ödülün Banting ve Macleod'a ait olduğu geçiyor. En azından ödülü paylaşarak bilim dünyasında pek sık rastlanmayan asil bir davranışta bulundukları için araştırmacıları kutlamak gerek. Aksine davranışlar daha sık görülüyor.

İnsülini bulan Banting aslında bir harp cerrahıdır. İkinci Dünya Savaşı sırasında bir görevle Kanada'dan İngiltere'ye giderken Yeni Zelanda'da geçirdiği bir uçak kazası sonucu 21 Şubat 1941 yılında hayatını kaybeder. Kim bilir, belki de uçağı düşürülmüştür.

Diyabet tarihçesinde Paulescu'dan da bahsetmek gerekiyor. Romanyalı Nicolae Paulescu, 1916 yılında diyabetli köpeğe pankreas ekstresi enjekte ettiğinde anti-diyabetik bir madde bulduğunun farkındaydı ve bu çalışmasını 1921 yılında Polonya Tıp Dergisi'nde yayınladı. Ama hem savaş yıllarında olunması, hem de yayının Lehçe olması ne yazık ki insülinin keşfinin Romanya'ya gitmesine engel olur. Yine de Romanyalılar insülinin keşfinin kendilerine ait olduğunu söylerler.

Yaşadığımız günlerde çok dile getirilmeyen bir sorun da kronik hastalığı olanların izlemlerinin aksamasıdır. Sokağa çıkma yasakları, hastanelere olan güvensizlik ve korku bu tür hastaların kontrollerinin yapılmasını aksatıyor. Bunların başında da düzenli kontrol gerektiren diyabet hastaları geliyor. Kontrolsüz diyabet Covid-19 riskini daha da arttırıyor. Benzer şekilde kanser hastaları, kalp hastaları ve diğer kronik hastalığı olanların da kontrolleri ve tedavileri aksamakta.

Sağlık Bakanlığı'nın istatistikleri Türkiye'de yılda ortalama 163 bin 500, günde ise 450 kişinin kanser teşhisi aldığını ortaya koydu. Kanser tanısı konulması için mammografilerin çekilmesi, endoskopik incelemelerin yapılması ve biyopsiler alınarak değerlendirme yapılması gerekiyor. Maalesef bu işlemler de çok yavaşlamış durumda. Bu da kansere daha ileri bir evrede tanı konulması riskini getiriyor.

Bu süreçte şehir merkezlerindeki orta ölçekli hastanelerin kapatılıp büyük ölçekli şehir hastanelerine taşınmanın bir sakıncası daha ortaya çıkmış oldu. Bazı hastanelere Covid-19 hastası hiç yatırmayıp diğer hastaların çekinmeden gidebilecekleri ortamlar yaratılabilirdi ve bu yoldan hem kronik hastaların kontrollerinin aksamasının önüne geçilir, hem de kanser tanılarının gecikmeden konulması sağlanabilirdi. Çok yönlü düşünme yeteneğimizin az gelişmiş olduğunu hatırlayınca geldiğimiz nokta şaşırtıcı olmuyor.
Özdemir Aktan

Konuk Yazar

Özdemir Aktan

[email protected]

YORUMLAR

  • 0 Yorum