Oruç hakkında hiç bilmedikleriniz

Oruç, İslam’ın temel ritüellerinden biridir. Ancak oruca ilişkin tartışmalı konular vardır.

Oruç hakkında hiç bilmedikleriniz
16 Mayıs 2019 - 10:14 - Güncelleme: 17 Mayıs 2019 - 00:51
Bunlardan biri de onun sınıfsal bir içeriğinin olup olmadığıdır. Bizce orucun sınıfsal bir içeriği vardır. Zira bize göre zaten İslam bütünsel anlamda sınıfsal bir harekettir. Sınıfsal bir hareketin bütün inançları gibi ritüelleri de sınıfsal bir mahiyete sahip olmak durumundadır. Bu cümleden hareketle belirtelim ki İslam’ın sınıfsallığı kendini oruç ritüelinde de göstermektedir.

Nasıl mı?

İzah edelim…

3 GÜN ORUÇ TEZİNİ SAVUNANLAR…

Evvelce yayımladığımız ve “İslam Bu” kitabımıza da aldığımız; “Ramazan ve Oruca İlişkin Pek Bilinmeyenler” başlıklı çalışmamızda, daha ziyade orucun süresi konusundaki bazı tartışmalara kısaca değinmiştik. Buna göre; Hazreti Muhammed’in sadece 9 kez Ramazan orucu tuttuğunu ve bunun da kısa kış günlerine denk geldiğini, uzun yaz günlerinde de oruç tutma deneyimi olsaydı belki oruca ilişkin yeni bir süre düzenlemesi olabileceğini, zira oruca ilişkin kuralların süreç içerisinde değiştiğini, sözgelimi, başlangıçta olmayan sahur / imsak düzenlemesinin getirildiğini ve gece de yasak olan cinselliğin iftardan sahura değin serbest bırakıldığını belirtmiştik. Bu konulara dair, Hazreti Muhammed’e Bakara Suresi 187. Ayetin / Dişi Sığır Bölümü 187. Sözün vahyedildiğini biliyoruz.

Süre konusunda ayrıca çeşitli tartışmaların olduğunu da ifade etmiştik. Dişi Sığır Bölümü 184. sözde geçen “Eyyamen Mamudat” ifadesinin Arapçada birkaç gün anlamına geldiğini ve bunun da en az 3 en fazla 7 yahut 10 gün demek olduğunu da çeşitli örnek Kur’an sözleriyle açıklamıştık.

 

185. sözde geçen “şehr” sözcüğünün de dolunay demek olduğunu düşünen bir kısım çevrelerin bulunduğunu, dolayısıyla oruç günlerinin dolunay günleri olduğunu ve bunun da 3 gün sürdüğünü dile getirmiştik. 3 gün oruç tezini savunanlar Hazreti Muhammed’in Medine’ye hicret edinceye değin her ay 3 gün oruç tuttuğu şeklindeki bir kısım rivayetlere de gönderme yapmaktadırlar. Ayrıca bazı rivayetlerde Medinelilerin de her ay 3 gün oruç tutma şeklinde bir geleneklerinin olduğundan bahsedilmektedir.

Bütün bu tartışmaların ötesinde kim nasıl inanıyorsa o kadar gün sayısınca elbette orucunu tutmalıdır. Dileyen 29 – 30 gün, dileyen 10 gün, dileyen de 3 veya 7 gün… Allah herkesin orucunu kabul eylesin.

Biz şimdi bu çalışmamızda orucun kimlere farz olduğuna ilişkin görüşlerimizi açıklamaya gayret edeceğiz. En başta şunu belirtelim ki, oruç herkese farz değildir. Bu konuda zaten bir görüş birliği mevcut. Lakin kimlere farz olmadığına dair bir ittifak söz konusu değil. İlgili Kur’an sözlerine baktığımızda oruç tutmaktan muaf tutulan kimselerin bulunduğunu görüyoruz. Bunların bir kısmı geçici süre muaf iken bir kısmı temelli muaftır.

Hastalar ve yolcular geçici olarak muaftırlar. Hastalık geçtiğinde ve yolculuk bittiğinde tutamadıkları orucu tutmalıdırlar. Ancak hastalık süreğen ise elbette muaf olma durumu temellidir.

Bütün bunların ötesinde 184. sözde belirtilen bir başka husus daha var. Bu husus, aslında orucu tümüyle sınıfsallaştıran bir hüküm ihtiva ediyor. 

Oruca gücü yetmeyen yahut zorlukla güç yetiren kimseler meselesi…

Bu durumu ifade etmek üzere ilgili Kur’an sözünde geçen fiil “yutıykûne”şeklinde telaffuz ediliyor.

Bu fiil; güç yetirememek yahut zorlukla güç yetirmek demektir.

Peki, gerçek anlamı hangisidir?

FİDYE VEREREK ORUÇ YÜKÜMLÜLÜĞÜDEN KURTULUNABİLİNİR

“Zorlukla yapmak, zorlukla güç yetirmek, çok zorlanmak” şeklindeki anlam, söz konusu fiilin doğru anlamıdır. Öbür türlü olsaydı zaten hastalar ve yolcular muaf tutulmuş olmazdı. Yolculuğun o günkü koşullarda nasıl bir zorluk olduğunu anımsamalıyız. Bugünkü yolculukla o günkü yolculuk zorluk bakımından aynı değildir. Bugünkü yolculuklar o güne göre çok kolaydır.

O gün zor olduğu için oruç tutarken yolculuk yapmanın kişiyi zorlayacağından hareketle o kişi geçici süre de olsa oruçtan muaf tutulmuştur. Yolculuğun kendisi bir zorluk iken zorluk üzerine zorluk olacak şekilde o kişinin oruç tutması fiilen olanaksızlaşmaktadır. Ayrıca hastanın da oruç tutması olanaksızdır. Görüleceği üzere olanaksızlık düzeyindeki zorluk konusu zaten açıktır.

Dolayısıyla “yutıykûne” ifadesi imkânsızlık anlamında bir zorluğu değil kişiyi yoracak bir zorluğu ifade etmektedir. Tutabiliyor ama zorlanıyor manası burada asıl manayı teşkil etmektedir.

İşte böylesi kişiler için fidye yolu vardır. Fidyenin Türkçesi kurtulmalık sözcüğüdür.

Oruç tutma konusunda çok zorlananlar kurtulmalık yani fidye vererek oruç yükümlülüğünden kurtulabilirler. Zira ilgili Kur’an sözü / ayet böyle diyor.

Peki, kurtulmalık / fidye kime verilecektir.

Yanıt belli; yoksula verilecektir.

Ya oruç tutmakta zorlanan ve fidye vermek durumunda olan kişinin kendisi de yoksulsa o halde bir yoksul başka bir yoksula mı fidye verecek?

Böyle bir tenakuz olabilir mi?

Elbette olamaz.

O halde bu hükmün doğrudan doğruya varsıllara / zenginlere yönelik olduğu açık değil mi?

Biraz daha derin düşünelim…

OLUR MU BÖYLE BİR ŞEY…

Yoksul bir kimse oruç tutmaya zorlandığı için fidye / kurtulmalık verecek. Nasıl verecek? Çalışarak verecek. Bir günlük yeme içme masrafı kadar bir miktarı bir başka yoksula verecek. O bir günlük yeme içme masrafını kazanabilmek için çalışacak. Peki, o miktarı başkasına verdiğinde kendisi ne yiyip ne içecek? Yoksul, zaten o miktarı kazanabilmek için güç işlerde çalışacak. O güçlükle oruç tutamayacak, para kazanacak ama kazandığı parayı başkasına verecek. Olur mu böyle bir şey?

Ramazan ayında çalışmak zorunda olan herkes oruç tutmaya dayanamaz. Dayanabilenler de zaten zorlukla dayanır. İşinde verim düşüklüğüne yol açarak dayanabilir. Bu kapsama eğitim öğretim faaliyetlerinde yer alan öğretmen ve öğrencileri de dahil etmek gerekiyor.

Peki, çalışmak zorunda olan kimdir? Elbette ki yoksullardır.

O halde oruç tutması gerekenler kolaylıkla oruç tutabilecek durumda olanlardır. Onların da herhangi bir güç gerektiren işte çalışmak zorunda olmayan zenginler olduğu aşikâr değil midir?

Zorlukla oruç tutabilen kimselerin oruçtan muaf olabileceği hükmünü kabul eden pek çok müfessir vardır. Bunların en başında yer alan da İbn Abbas’tır.

Nitekim İbn Abbas; oruca zorlukla dayanabilen kişileri sıralarken yaşlı erkek, yaşlı kadın, gebe kadın, emzikli kadın ve iyileşme ümidi olmayan hastadan bahsetmektedir. (Aktaran: Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 520.)

Oruca zorlukla dayanabilen kişiler denildiğinde buna işçileri, emekçileri ama özellikle de son derece aşırı bedensel kuvvet gerektiren işlerde çalışan ağır işçileri de katmak gerekmez mi? Elbette gerekir. Onlar da orucu zorlukla tutabilirler ancak. Onların durumu da yaşlı erkek, yaşlı kadın, gebe ve emzikli kadın gibidir. Yaşlı erkek ve kadın çalışmadığı halde yaşlılığın verdiği zorlukla oruçtan muaf iken çalışan bir kimsenin, çalışmadan ötürü aynı zorluğa düşeceğini görmemek olur mu?

Kur’an’da Bakara Suresi / Dişi Sığır Bölümü 185. Sözde; “…Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez…” buyuruluyor. Aynı Kur’an bölümünün 286. Sözünde ise; “Allah hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemez…” deniliyor.

YAŞLILIK NEDENİYLE ORUÇ TUTAMAYANLAR KURTULMALIK VERECEKLERDİR

Nitekim son dönem İslam bilginlerinden Muhammed Abduh (1849- 1905) ve Musa Carullah (1874 – 1949) da, geçimlerini ağır işlerde çalışarak kazanan ücretlileri, taş ve kömür ocaklarında çalışan işçileri ve ağır işlerde çalışma cezasına çarptırılmış hükümlüleri oruca güçlükle dayanabilenler kapsamına katıyor. Bu konuda özellikle Musa Carullah’ın, “Uzun Günlerde Oruç”  adlı çalışmasına müracaat edilebilir.

Bu noktada şu hususa da değinmek elzemdir:

Oruca zorlukla güç yetirmek denilince kategorik olarak ve sınıfsal bir bakışla akla önce yoksul kesim gelse de varsıl kesimden de yaşlılık nedeniyle oruca güç yetiremeyen yahut zorlukla oruç tutabilen kimseler de söz konusudur. İşte aslında fidye / kurtulmalık dediğimiz hüküm onlar içindir.

Yoksullar oruç tutamadıklarında bana göre kurtulmalık da gerekmez. Zira verecek parası nasıl olsun?

Lakin böylesi kimseler yoksul oldukları halde herhangi bir işte çalışmıyorlarsa, sözgelimi emekli olmuşlarsa, sağlık durumları elverdiğinde oruç tutmalıdırlar. Elvermiyorsa hem oruçtan hem de kurtulmalıktan muaftırlar.

Ancak varsıllar kurtulmalık vermek zorundadırlar. Varsıl olup da hastalık ve yaşlılık nedeniyle oruç tutamayanlar kurtulmalık vereceklerdir. Tutabilenler ise hem oruç tutacaklar hem de yoksulları doyuracaklardır. Zira ilgili Kur’an sözünde; “… Kim bir hayrı artırırsa…” / “…Femen tatavva’a hayran…” ifadesi bu noktaya işaret etmektedir. Hem oruç tutarak kendisi için bir hayır yapacak hem de bu hayrı yoksulları doyurmak suretiyle artıracaktır.

Bakara Suresi / Dişi Sığır Bölümü 184. Sözdeki hükümlerden anlaşılan isteyenin oruç tutması isteyenin de fidye vermesi şeklindedir. 185’teki hükümlerin 184’teki kimi hükümleri neshettiği şeklindeki görüşler muteber değildir. 184 ve 185 birlikte ele alındığında hiçbir hükmün değişmediği görülmektedir. Yalnız şurası var ki 185’teki ifadeler oruç tutmanın daha hayırlı olacağı şeklinde bir anlam takviyesi içermektedir. Biz bunu varsılların hem oruç tutmakla hem de fidye vermekle yükümlü olmaları şeklinde anlıyoruz. Yoksulların oruç tutma zorunluluğu yoktur. Ne var ki güçleri yetiyorsa ve tutabiliyorlarsa tutmaları elbette daha hayırlıdır. Zira ilgili Kur’an sözleri buna işaret etmektedir.

Tüm bu ayrıntıların ötesinde genel anlamda yeniden ifade edecek olursak;

1.   Oruç varsıl / zengin ve sağlıklı Müslümanlar için farzdır.

2.   Oruç yoksul Müslümanlar için farz olmamakla birlikte tutulması daha hayırlıdır.

3.   Oruç varsıl ve yoksul arasındaki gelir dağılımı eşitsizliğinin doğurduğu sakıncaları belli ölçüde de olsa ortadan kaldırma amaçlı çok önemli bir ibadettir.

4.   Oruç tutarak ve yoksullara fidye / kurtulmalık vererek varsılların bir kısım malının yoksullara geçmesi orucun temel amaçlarından biridir. Bu, iktisadi manada sınıfsal sorunları azaltmaya yönelik önemli bir düzenlemedir.

5.   Ramazan orucunun tutuluş gerekçesi anlatılırken Bakara Suresi 185. Ayette / Dişi Sığır Bölümü 185. Sözde belirtilen Kur’an’ın gönderilmesine şükretmek gerçeği, oruçtaki sınıfsal içeriği teşhis etme noktasında da önemli bir hususu belirtmektedir. Zira Kur’an, mustazafların / ezilenlerin / mazlumların, müstekbirlere, muktedirlere ve varsıllara karşı haklarını koruma ve ezilenleri egemen kılma mücadelesinin 7. Yüzyıl Arap toplumundaki bir nevi manifestosudur. Bu manifestoyu sınıfsal bir bakışla irdelediğimizde oruçtaki amaç ve hükümleri de ezen - ezilen yahut varsıl – yoksul arasındaki eşitsizlik ve adaletsizlik meselesine göre yorumlamamız, ilahi takdir ve murada en uygun olan tutumdur.

6.   Kur’an’ın amacının mustazafların / ezilenlerin egemenliği olduğu gerçeğini pek çok Kur’an sözünde gördüğümüz gibi en yalın biçimlerinden biri olarak Öyküler Bölümü 5. Sözde / Kasas Suresi 5. Ayette de görmekteyiz: “Biz ezilenleri yer yüzünde önderler kılmak ve onları kalıcı mirasçılar yapmak istiyoruz” Oruç ritüelini de bu ve bunun gibi pek çok Kur’an sözünün anlamsal havzası içerisinde değerlendirmek durumundayız. Aksi yorumların hiçbiri temel Kur’anî gayeye kesinlikle münasip değildir.

7.   İlaveten şunu da belirtelim ki, Kur’an’da oruç tutmamanın hiçbir dünyevi cezasından bahsedilmez. Lakin özellikle varsıllar için oruç tutmamak zaten büyük bir günahtır. Bu günahın işlenmesi yoksulların ezilmesine verilen desteğin devamına katkı sunmak olduğundan aynı zamanda insanî açıdan da önemli bir meseleyi işaret etmektedir. Oruç tutulmalı, fidye verilmeli, infak yapılmalı ve zekât yaygınlaşmalıdır.

BU YOR KONUSUNDA YALNIZ OLMADIĞIMI BİLİYORUM

Orucun sınıfsal analizi konusunda ta İbn Abbas’tan bu yana bir nüve şeklinde gelen, Abduh ve Carullah gibi modernist ulemada biraz daha belirginleşen çeşitli analizlerin en doruk noktası bu ritüele varsıllık ve yoksulluk çelişkisi üzerinden bir yorum getirilmesidir.

Bu yorum konusunda şahsen yalnız değilim. Pek çok İslam bilgininin de bu şekilde düşündüğünü biliyorum.

Sözgelimi; Uluslararası Müslüman Alimler Birliği Başkanı (IAMS) ve Avustralya Müftüsü Mustafa Raşid de bizim gibi düşünmekte ve orucun zenginler için zorunlu, yoksullar içinse gönüllülük esasına dayalı bir ibadet olduğunu belirtmektedir. Mustafa Raşid’in ifadesiyle; “Orucun amacı fakirin karnını doyurmaktır. Bir kişi her gün bir fakirin karnını doyuruyorsa bu en iyi oruçtur.”

Bizce bu tanımda geçen fakirin karnını doyurmak ifadesi daha genel anlamda düşünülmelidir. Fakirin açlığına yahut fakirliğine yol açan bölüşüm adaletsizliğine vurulacak her darbe gerçek orucu tutma yolunda atılmış mukaddes adımlar hüviyetindedir. Kur’an’a göre bölüşüm adaletsizliğine vurulacak darbeler bellidir: İnfak, zekat, fidye…

Bir Müslüman toplumda infak, zekat ve fidye ne denli yaygınlaşırsa bölüşüm adaletsizliği de o denli azalır. İşte oruç ibadeti de bu bilincin yükseltilmesi amacıyla ifa edilmesi gereken son derece görkemli bir ritüeldir. Eksik kalmasın diye ifade edelim ki, kasten bozulan orucun kefareti olarak 61 gün oruç tutma uygulamasının hiçbir dinsel dayanağı yoktur. Bu sonradan uydurulmuş bir bidattir. Fitre meselesi fidye, infak ve zekattan dolayı aslında fiilen hallolmuş bir meseledir. Ne var ki yine de fitre varsıllar için fidye ile birlikte değerlendirildiğinde verilmesi lazım gelen bir bağıştır. Oruç tutan zenginlerin verdikleri fidyeyi fitre şeklinde anlamak mümkündür. Oruç tutamayanların verdikleri fidyeden ayrı olarak tutanların verdikleri bağışı fitre sadakası ( SADAKA-İ FITR) olarak nitelemek lazımdır. Fitre yalnızca bir günlük gıda masrafından değil de çok daha yüksek bir meblağdan oluşmalıdır.

İşin özü şu ki, İslam sende biriken parayı, serveti, zenginliği, gerek infak yoluyla gerek zekat, gerek fidye ve gerekse fitre yoluyla yoksullara ulaştırmanı emrediyor.

İslam’ın emrine uymakta hayır vardır, güzellik vardır, mutluluk vardır.

Allah oruçlarımızı, fidyelerimizi, infakımızı, zekâtımızı, fitremizi kabul eylesin…

Cemil Kılıç

Odatv.com

YORUMLAR

  • 0 Yorum