Yasaklarla Covid-19: Ekmek ve Anksiyete

Bugünlerde neredeyse hepimiz büyük çaplı bir salgın tarafından kuşatılmış durumdayız. Bazılarımız belki henüz virüs kaynaklı sağlık sorunları yaşamıyor. Ne var ki Sars ve Mers’ten sonra modern zamanların en bulaşıcı hastalıklarından biri olarak kabul edilen ve ‘Dünya Sağlık Örgütü’nün ‘pandemi’ olarak ilan ettiği covid19 gerek psikolojik gerek politik gerekse ekonomik göstergeleriyle çoktan hepimize sirayet etmiş durumda.

Yasaklarla Covid-19: Ekmek ve Anksiyete
25 Nisan 2020 - 12:10
Dünya çapında oldukça fazla okura hitap eden birçok filozof, yazar ve

eleştirmen artık küresel bir mesele haline gelmiş olan covid-19’a farklı

perspektiflerden yaklaşıyor ve salgının sonuçlarına dair bize bazı çözümlerde, tabiri

caizse bazı politik ‘reçete’ler sunuyorlar. Başta dilbilimci Noam Chomsky’nin salgına

neoliberal bir eleştiri bombardımanı(1) olarak yaklaştığı röportajı ve asıl tehdidin

covid-19 sonrası küresel ısınmayla geleceğini belirttiği yazısı(2) , ‘Pandemic’ kitabı

yakında çıkacak olan Sloven filozof Slavoj Zizek’in insanlığın hayatta kalması için

küresel komünizme işaret ettiği(3), Homo Sapiens kitabıyla tanınan yazar Yuval Noah

Harrari’nin mahremiyet ve sağlık arasında çıkacak savaşta sağlığın galip geleceğini

fakat bunun da totaliter rejimlere yarayacağını savunduğu(4) ve de Stoa’cı

filozoflardan referanslarla kendimizi en kötü senaryoya hazırlayarak bu süreci daha

az kayıpla geçirebileceğimize vurgu yapan(5) Alain De Botton’unki başta olmak üzere

birçok metin covid-19’un neden bir krize dönüştüğünü ve sonuçlarının ne

olabileceğine dair nitelikli yorumlar olarak okunabilir. İçerikler ideolojik

eğilimlerinizle zıtlık taşısa bile bazı metinlerin hem ekonomik hem de politik olarak

küresel çapta kayda değer birçok önemli kaygıyı/analizi/savı içinde barındırdığını

kabul etmeliyiz.

Ne var ki modernliği bir ‘kendilik bilinci’ olarak tecrübe edemeyen, Sanayi

Devrimi gibi büyük bir ekonomik/toplumsal kırılma yaşa(ya)mayan, kapitalist düzene

geç(e)memiş ve sınıf bilincinin keskin ifadelerle ortaya kon(a)madığı ve sosyal

mesafe kavramını bir salgın aracılığıyla deneyimleyen bir ‘modernleşme’ ülkesi olan

Türkiye’de bu kıymetli yazarların ne kaygılarının, ne de ütopik reçetelerinin karşılık

bulması pek mümkün gözükmüyor. Bu iddiam sığ bulunabilir, elbette

genişletilmeli(ydi). Ancak benim metinde dikkat çekmek istediğim büyük iddialardan

ziyade pandemiyi ve yaşadığımız sıkıntılı dönemi daha temel kavramlar üzerinden

incelemek.

Gelişmekte olan birçok ülkenin vatandaşlarının olduğu gibi biz Türkiye’lilerin

büyük bir bölümü de Covid-19 salgınını, gelecek kaygısı, can sıkıntısı, işsiz kalma

korkusu ve bugün ilan edilen sokağa çıkma yasağıyla birlikte iyice gün yüzüne çıkan

kıtlık endişesi gibi temel gereksinimler/sorunlar ekseninde deneyimlemekteyiz.

Eminim ki birçoğumuz sokağa çıkma yasağı uygulanmasından hemen önce

fırınlara, bakkallara ve marketlere hücum eden insan manzaralarına şahit olmuştur.

Belki bazılarımız o manzaranın bir parçası olmuş

ya da olmak zorunda kalmış bile olabilir, inanırım. Belki de o manzaraları cehalet olarak yorumlayan taraftasınız.

Ülkece kişileri veya kitleleri cahil olarak yaftalamak ya da cehalet damgasıyla

aşağılamak sıklıkla tercih ettiğimiz bir ötekileştirme biçimidir; sınıfsal olduğu

unutulmamalıdır ve ötekine kulak tıkamak, sırt çevirmek, hor görmek aynı zamanda

asla anlamayı istememekle özdeşleştirilebilir.

Oysa anlamayı o ünlü Nobel Edebiyat ödülü konuşmasında ne de güzel ifade

eder Camus. Sanatçının kendisini, onsuz yapamayacağı bir güzellik ile kendini

koparamayacağı toplum arasında bir yerde konumlandırması gerektiğine işaret

ettikten sonra cümlesini “İşte bu yüzden gerçek sanatçılar hiç kimseyi ve hiçbir şeyi

hor görmezler. İnsanları yargılamaktan ziyade, anlamakla yükümlüdürler.” (6) olarak

bitirir. Elbette hepimiz bu hassasiyeti taşımak zorunda değiliz ancak ben dün gece

eğitim düzeyi ve yaşı fark etmeksizin ülkemizde böylesine ciddi bir salgın varken

insanları sokaklara döken bazı temel sebeplerin olduğuna inanıyorum.

Salgının yarattığı psikolojik baskı ve yasağın iki günden on iki güne

çıkabileceğine karşı duyulan şüphe insanları sokağa dökmüş

olabilir. Yasağın

başladığı ilk gün polisin sokakta cezai işlem yapabileceğine karşı duyulan korku da

bir gerekçe olarak gösterilebilir. Belki yanıt bu durumlardan bile daha basit ve

insanidir. Belki de dün gece Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden çekilmiş

fotoğraflara ve

videolara dikkatlice bakıldığında en büyük kalabalıkların fırınların önünde olmasında

gizlidir: Yani ekmekte! Milyonlarca insanın çalışmayı betimlemek için kullandığı

‘ekmek parası’ndaki ekmek, hani şu yemin ederken ‘ekmek mushaf çarpsın’daki,

hatta bir yemin bozulacağı zaman insanların kafasında böldüğü, belki de şu anda

karantinadaki evinizde yaptığınız ve kişisel sosyal medya hesabınızda paylaşmak

üzere en güzel fotoğrafını çekmeye çalıştığınız ekmek hani!

Babaannem çocukluğumuzda bizi sofraya çağırırken ‘haydi bakalım ekmek

yemeye’ diye seslenirdi. Her defasında besinlerin tamamını ekmek olarak ifade

etmesine kardeşimle birlikte çok güler, annemize ve babamıza -komik sandığımız-bu

genellemeyi anlatırken çok eğlenirdik. Babaannemin annesi vardı bir de. Haminne

derdik. Bazı ziyaretlerimizde lolipoplarımı elimden alır, dişsiz ağzıyla çabucak yiyip

bitiriverirdi. Babaannem, haminnemin dişlerinin I. Dünya Savaşı(7) sırasında mahsur

kaldıkları gemideki kıtlıktan ve deniz suyu içtikleri için kolayca döküldüğünü

söylerdi. Misafirlerin yanında sürekli açım diyen babamın boynuna koca bir ekmek

asan ve bitirmediği her dakika onu şamarlayan yine babaannemdi. Babam bir yandan

ekmeği, bir yandan da dayak yediği anıyı bizlere gülerek anlatırdı. Haminnemin

ölmeden önce televizyonda yayınlanan Kardak Krizi(8) haberlerini duyduğunda savaş

çıkacak korkusuyla evdeki ekmekleri toplayıp odasına kaçtığını ve ağladığını

anlatmıştı babam bir keresinde. Hiç gülmemişti. Sonra bir gün deprem oldu. On üç

yaşındaydım. Babam üzerimize devrilen vitrinlerin, gardıropların arasından bizleri

dışarı fırlattıktan hemen sonra -artçılar devam ederken-eve tekrar girip ekmek alıp

çıkmıştı. Aylık geliri yoksul bir ailenin gelir düzeyinin üzerinde olsa da o daima

ekmek parası için, evine ekmek getirebilmek için çalıştığını söyleyip dururdu. Bu

tavrın, cümlelerin altındaki psikolojik ve kültürel anksiyetenin temellerini bilmeksizin

kardeşim ve ben yine kıs kıs gülerdik. “Baba ekmeğimiz var ya, ne ekmeği’ derdik.

‘Gülün bakalım’ derdi.

Albert Camus Denemeler(9) adlı eserinde bugünün insanının sayısız yığınlar

halinde daracık yeryüzünde çile doldurduğunu belirtir ve ekler: “Ateşten ve yiyecekten

yoksun günümüz insanı için özgürlük hiç de acelesi olmayan bir lükstür.” O günün

insanı ile günümüz insanı arasında pek bir fark olmadığını ve dün gece markete,

bakkala koşan insanların durumlarının da aynı yoksunluk üzerinden değerlendirilmesi

gerektiğine inanıyorum. Elbette bu bilinçsiz tavrı tasvip etmiyorum ancak onlara

sosyal medya üzerinden küfür, rencide edici cümleler kuran insanlara bazı sorularım

var.

Acaba yasak öncesi fırınlar ve bakkallar önünde kuyruk oluşturan insanlara

hakaretler ederken zaten onların normalde de ‘ekmek parası’ kazanmak için

kalabalıklarla temas ettiğini ve toplu taşıma ile işe gidip gitmediğini kaçımız merak

ediyoruz ?

Bizler konforlu evlerimizde otururken onların arasında bazen temel bazen

şımarıkça siparişlerimizi bize ulaştırmak için çalışan kargo kuryelerinden biri olduğu

kaçımızın aklına geldi ?

Belki de günler, haftalar sonra aranızdan bazılarının covid-19’a

yakalanacağını ve ihtiyacınız olan plazmaların bu insanlar arasından çıkarak

hayatınızı kurtarabilme ihtimalini olduğunu hiç mi düşünmüyorsunuz ?

Bu soruları sordukça toplumsal gerilimlerin azalacağını ve zihni dünyamızın

genişleyeceğine olan inancım tam. Bu ülke insanının zengin, fakir, genç ve yaşlı

olmaksızın mayasında da hamurunda da yoksunluk ve bilinçsizlik olduğu kadar

paylaşmak ve fedakarlık olduğunu da hatırlatmak istedim sadece. Camus’tan

referansla ‘kimseyi hor görmeden ve yargılamadan anlayabilmeye çalışmak amacım.

Ötekileş(tir)meden, yabancılaş(tır)madan. Terentius’un da dediği gibi(10)çünkü: Ben bir

insanım; ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir.

Ersin BERK

Subü Ferizli Myo Grafik Tasarım Ögr. Gör

[email protected]

Dünyalılar

YORUMLAR

  • 0 Yorum