GÜNÜN YAZISI

GÜNÜN YAZISI

[email protected]

"Başkasını görmek istiyoruz, ama bilinmek istemiyoruz."

22 Ocak 2018 - 19:53

Gölgelerimizle girdiğimiz ilişkilerimizin özeti bu olsa gerek. Gölgelerimizin yok olmayacağı tezini[2] kabul edersek, zaten bireyler olarak hayatlarımızı yeterince zor hale getiren gölgelerimizin ilişkilerimizdeki yansımalarını hayal etmek pek zor olmasa gerek. Zira eminim bu yazıyı okuyan herkes hayatında en az bir ilişkinin (platonik ya da gerçek) içerisinde bulunmuştur. İşte ben de bu gölgelerin ilişkilerdeki hallerinden ve biraz da bu gölgelerin dışarı yansımalarından (projeksiyon) bahsedeceğim. Gölgelerimizin nasıl oluştuklarına daha önce değinmiştim[3]. Burada gölge konusunu biraz daha derinden ele alarak ilişki boyutunda biraz daha ilerleyeceğim[4].

İlk ailemize doğduğumuzdan ölene dek bir arayıştayız. Buna ben "BÜTÜN OLDUĞUMU HATIRLAMAK" diyorum. Evet, tüm yaşamımız boyunca her seçimimizi bilinç altımızın gayreti ile yaptığımızı düşünüyorum. Çocukluk yılları boyunca iyi-kötü ayrımı ile karar verdiğimiz kişiliğimiz (EGO) gelişirken ona paralel bir şekilde içeride başka bir oluşum daha ola gelir: GÖLGE. Gölgelerimiz bilinçaltımıza attığımız farklı kişiliklerimizdir (arketipler) diyebiliriz. Bu kişilikleri çoğu zaman görmeyiz ya da fark etmeyiz, fakat oradadırlar. Potansiyel olarak her zaman nefes almaktadırlar ve farkında olsak da olmasak da, istesek de istemesek de bu kişilikler karanlıkta hüküm sürmeye devam ederler. Jung ekolünde denen o ki, hakiki benliğimiz (BENLİK/"THE SELF") dışarı gösterdiğimiz yanımız (EGO) ile içeride potansiyel olarak yaşamaya devam eden yanlarımızı (GÖLGE) kapsayarak onlarla bütünleşmeyi arar hayatı boyunca. İşte sanıyorum ki bizim de farkında olmadan dışarıda (ilişkilerde) aradığımız şey bu: BÜTÜN OLDUĞUMU HATIRLAMAK.

Benliğin tüm çabası OLDUĞU HALİYLE KABUL GÖRMEK VE BİLİNMEK. Başka bir değişle Benliğin tanrı Eros'u takip ettiğini söyleyebiliriz[5]. Eros, bizim derin özlemimizi sembolize ediyor aslında. Biz, daha derin, daha yoğun, dahabütün bir şeye özlem duyuyoruz içten içe. Biz, Sevgili'ye özlem duyuyoruz ve her yerde (işte, aşkta, sosyal ilişkilerde...) onu arıyoruz.

Fakat biz varlığımızın sadece dışarı yansıyan, aydınlıktaki kısmını gördükçe işler karışıyor. Dış dünyaya görünen kısmımıza önem verdikçe ve karanlıkta, bilinçaltında kalan yanlarımızı yadsıdıkça, görmedikçe, bi' haber oldukça daha çok acı çekiyoruz. Bu acının kaynağı aslında AYRILIK. Benlik, ego ve gölgelerin ayrılığından dolayı acı çekiyor olabilir mi?

Peki biz ne yapıyoruz: PROJEKSİYON. ...ya da YANSITIYORUZ.

Peki neyi yansıtıyoruz (projekte ediyoruz) ve neden?

Yansıtmaya aslında çok küçük yaştan itibaren başlıyoruz. Diyebiliriz ki yansıtma çok doğal ve kendiliğinden oluşan bir süreç ve gölgelerimizin oluşmasıyla da yakından ilişkili. Dış dünyada kabul görmeyen davranış ve duygularımızın karanlığa atılarak gölgeye dönüştüğünü söylemiştik. Gölgeler elbette ki orada öylece durmuyorlar, gerçek hayat ile temas etmeye devam ediyorlar. Gölgeler her daim görünmek ve kabul edilmek istiyorlar. Biz de gölgelerin kendilerini görünür kıldıkları, ışığa doğru çıkmaya meylettikleri anlarda bir sistem kullanıyoruz ve buna projeksiyon ya da yansıtma diyoruz. Bilinçaltımızda raks eden gölgelerle baş edemediğimiz ve istemediğimiz için (zira onlar "kötü" kişilikler) gölgelerimizi dışarıya, başka insanlara, topluluklara, kültürlere yansıtarak aslında bir nevi onları "görünür" kılıyor ve kabul ediyoruz. Fakat bu, sağlıklı bir kabul yerine bireye, ilişkilere, topluma ve kültürlere zarar verebilecek bir sistem haline gelebiliyor. Hitler bunun için çok iyi bir örnek aslında. Ari ırkını saf, Yahudileri ise kirli ve kabul edilemez bir ırk ilan ederek tarihe aslında çok büyük bir projeksiyon/gölge armağanı sundu. Kendi gölgesini bir ırka yansıtarak büyük bir kıyıma hizmet etmiş oldu.

İlişkilerimizde de bir şekilde bunu yapıyoruz aslında. Sadece aşk ilişkilerimizde değil, arkadaş, aile ya da sosyal yaşamın her alanında sürekli projeksiyonlarla nefes alıyoruz. Aslında olmakta olan şey, gölgenin dışarı çıkıp kendi kayıp parçalarını bulma arayışı[6]. Ya da şöyle diyelim: Eros'un okunu (projeksiyonu) karşımızdakine fırlatıyoruz, tutarsa buna AŞK diyoruz ve karşımızdaki kişinin bizi tamamlayacağına, bizi olduğumuz gibi görebileceğine ve çocukluğumuzdan beri özlem duyduğumuz birlik halini onunla deneyimleyebileceğimize inanıyoruz. Fakat bir gölge projeksiyonu uyguladığımızda, yansıttığımız kişinin gerçekliğini göremiyoruz. Biz nerede bitiyoruz, o nerede başlıyor kavrayamıyoruz. Sanıyorum ki yoğun bir aşkın içerisinde hissettiğimiz o iç içe olma hali tam da burası. Yani aslında "yoğun projeksiyon" hali de diyebiliriz. Hikayelerimizi ya da gölgelerimizi öyle derinden yansıtıyoruz ki, aşık olduğumuz kişinin gerçekliğini göremiyoruz. Gördüğümüzde ise her şey değişiyor.

O zaman şöyle diyebilir miyiz:

Aşk dediğimiz şey, aslında gölgemizin çocukluğumuzda deneyimlediğimiz yaralarımızı iyileştirmek ve çocukken karşılayamadığımız ihtiyaçlarımızı gidermek için yarattığı bir kurgu, çocukken süre gelen örüntüleri (alışkanlıkları/tekrar eden yapıları) bulduğu yerde konuşlanması.

Evet, gölgelerimizin oyununa gelip ismine aşk diyoruz. Olan şey aslında iki kişinin kendi hikayelerinin ışığında tamamlanmaya çalışmasından ibaret gibi görünüyor. Ve bir zaman geliyor, hikayelerle yol almakta olduğumuzu bir şekilde anlıyoruz, yani aslında kendi hikayemizi yansıttığımızı içten içe görüyoruz ve bir şeyler kırılıyor. Aşk bitiyor. En başta bize çok çekici gelen özellikler bir zaman geliyor bizi yoran ve tüketen özellikler haline geliyor. Aslında belki de derinlerde bir yerde, aşık olduğumuz kişide tanrıyı/tanrıçayı arıyor gibiyiz. Bize koşulsuz sevgi ve mevcudiyet veremeyen anne ve babalarımızın ötesinde, mükemmel olanı, bizi olduğumuz halimizle, aydınlığımızla ve karanlığımızla, gölgelerimizle, egomuzla tamamen kabul edebilecek olan Sevgili'yi arıyoruz. Ve gün gelip de karşımızdaki kişinin bir insan olduğunu anladığımızda bir şeyler kırılıyor. "İnanamıyorum! Benim tanıdığım kişi bu değil!" deyiveriyoruz. Yaptığımız tek şey projeksiyon aslında. Ortaya çıkan şey ise Zweig ve Wolf'un tabiriyle, "Shadow-Box[7]" yapıyoruz. Birbirimizde gördüğümüz, kabul edemeyeceğimizi düşündüğümüz her şey kendi psişemizde bulunan, kabullenmediğimiz gölgelerimiz olabilir mi? Ve öyle karakterleri seçiyoruz ki aşık olurken, hikayelerimiz öylesine mükemmel şekilde birleşiyor ki, "vazgeçilmez" olabiliyoruz bir anda. Evet, gölgeler için vazgeçilemez bir fırsat çünkü bu süreç. Gölgenin kendini görünür kılabilmesi için mükemmel bir fırsat. Sonuçta elimizde acı dolu günler, sürekli tekrarlayan kavgalar ve öfke krizleri kalıyor.

Başka bir şekilde de projeksiyonu şu şekilde yaşıyoruz: Partnerimizin bastırdığı, kabul etmediği gölgeyi sahipleniyoruz. Bu, bana çok ilginç görünen bir muamma aslında. Psikologların "projektif kişileştirme" dedikleri, partnerinin gölgesini sahiplendiğim bir durumdan bahsediyorum. Örneğin çocukluğunda sürekli depresyonda olan annesine öfkesini bastıran bir adamın eşi bu öfkeyi sahiplenebiliyor. Biz bu adamı dışarıdan mülayim, sakin ve "düzgün" biri olarak, kadını ise sürekli sorun çıkarak, öfkeli ve "cadaloz" biri olarak görüyoruz. Adamın sahiplenmediği öfkeyi de sahiplenen kadın gün geçtikçe daha da öfkeli, tartışmacı biri haline dönüşüyor. İlginç ki, okuduğum pek çok kaynakta (Zweig ve Wolf'un kitabı bunlardan biri) kadınların psikologlarına şuna benzer şeyler söyledikleri not alınıyor: "Bana ne oldu anlamıyorum! Ben böyle biri değildim!" Sanki bir şekilde ilişkilerimiz içerisinde farkında olmadan birbirimizin gölgelerine hizmet eder hale geliyoruz. Sonra da bize ne oluyor anlamıyoruz. Aslında olan şey, gölgenin kendisine tanıdık gelen bir alan hazırlaması olabilir mi? Yani çocukken ebeveynlerimizle yaşadığımız dinamiği yeniden oluşturacak bir ortam hazırlıyor olabilir miyiz? Aşk dediğimiz şey aslında bilinçaltımızın bilinmek adına kurguladığı bir oyun olabilir mi? Eğer öyleyse bunu iki şekilde yorumlayabilirim:

 


Aşk, psikopatolojik bir durumdan başka bir şey değil.
Aşkı ve ilişkileri kişisel gelişimin en önemli parçası olduğunu düşündüğüm "gölge çalışması" olarak ele alabilir ve tekrar ve tekrar hezimet yaratan döngüler olarak yaşamaktansa kendimi tanıma yolculuğumda beni destekleyen alanlar ve fırsatlar olarak tanımlayabilirim.


 

İkinci seçeneğin daha umut verici olduğunu kabul edeceğim sanırım. Ve çocukluğumdaki örüntüleri ilişkiler aracılığıyla yeniden yaratan gölgelerimi onurlandırmayı seçeceğim.

Öyleyse şunu söyleyebilir miyiz:

"İlişkinin erken safları gölgenin ihtiyaçlarıyla belirlenirler; çekimin ve sonradan oluşacak olan gelişimin temellerini oluştururlar."[8]

Düşünsenize, ilişkilerimizde sorun olarak gördüğümüz her şeye farklı bir şekilde bakmaya çalışsak ne değişirdi? Bize kabul edilemez gibi görünen her şeyi birer fırsat ve yol gösterici olarak alsak ne olurdu?

Zweig ve Wolf'un ifadeleriyle...

"Acıya karşı direnirken aslında sevgiye karşı da direniyoruz. Gölge çalışması (Shadow-work) ile birlikte bireyler kendi sahiplenmedikleri taraflarını projekte ettiklerini keşfedebilirler. Bu sayede aslında sorun kaynağı gibi görünen şey fırsat kaynağına dönüşür; ilişki ise bireyin ve partnerin karanlık yanındaki hazineyi bulmaya dönüşür. Sonuç olarak en başta düşman gibi görünen partnerimiz ruhumuzun yoldaşı haline gelir ve ilişki derinleşir."

Aşkın psikopatolojik bir durum ya da "gölge oyunu" olduğuna inanarak noktalıyorum bu yazıyı. Buna ilaveten inanıyorum ki projeksiyonların, gölgelerin ve hikayelerin üzerine tutacağımız ışıkla, bilinçli ve disiplinli bir içe dönüşle birlikte, kendimizi daha iyi tanıyarak kendimize, eşlerimize ve bu dünyaya armağanlarımızı sunabiliriz. Başka bir deyişle, gölgelerimizi tanıyarak özgürleşebilir, hayatı yaşanabilir hale getirebiliriz.

 

Didem Çivici – Copyright ©2017

Wild Woman Academy Kurucusu ve Eğitmeni

 

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar