Yeni filmlerin pabucu dama atıldı...

Gişe Canavarları İstanbul Film Festivali’ni ele geçirdi!Festivalde bu yıl yine pek çok klasik ve kült film seyirciyle buluşuyor. Bu filmleri sinema salonunda izleme imkânı bulamayan yeni nesil seyirci için bulunmaz nimet.

Yeni filmlerin pabucu dama atıldı...
13 Nisan 2022 - 16:43 - Güncelleme: 14 Nisan 2022 - 10:37

Medyaradar’da yazayım, Ressam Yalçın Gökçebağ’a yamaklık yapayım, Okan Bayülgen’in Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası oyunlarında oynayayım derken trafiğim şaştı ve bu yıl İstanbul Film Festivali’ne akredite olmayı unuttum. Festival bir sinema yazarı kaybetti ama bunun bir önemi yok. 41. İstanbul Film festivalinin seçkisi her zaman olduğu gibi yine göz alıcı. Bu yıl da her yıl olduğu gibi pek çok keşif ve ödül var.

Hal böyle olunca, festivali takip eden eleştirmen arkadaşlarımın yazılarına ve sosyal medya paylaşımlarına daha bir dikkat eder oldum. Onları imrenerek takip ediyorum ancak bir konu var ki özellikle dikkatimi çekiyor.

Festivalde bu yıl yine pek çok klasik ve kült film seyirciyle buluşuyor. Bu filmleri sinema salonunda izleme imkânı bulamayan yeni nesil seyirci için bulunmaz nimet. Bunda şaşıracak bir şey yok, her festival bunu yapar ve seçkisinde sinema tarihinden nadide parçaları barındırır ancak İstanbul Film Festivali her geçen yıl daha fazla klasik/kült filmi seçkisine sokuyor ve ilginç bir duruma yol açıyor.

Francis Ford Coppola’nın Baba’sı, Sergio Leone’nin İyi, Kötü, Çirkin’i, Bir Avuç Dolar’ı, Bir Zamanlar Amerika’sı (ve başka filmleri), Endonezya istismar sinemasının kült filmi Bali’nin Gizemleri, Cahide Sonku’nun Beklenen Şarkı’sı… Hepsi festival seçkisinde ve manzara şu; her yaştan seyirci bu filmlere büyük ilgi gösteriyor, heyecanla izliyor, film bittiğinde avuçları patlarcasına alkışlıyor ve heyecanını sosyal medyada paylaşıyor.

Ne var ki bunda? Olanı söyleyeyim; yeni sinema sıkıcı ve filmlerin çoğu berbat. Dijital imkanlarla çekilen yüzlerce film, on yıllar içinde festivalleri işgal etti ve seyirciyi bunalttı. Sinemadaki yeni gerçek, sinemanın büyüsünü yok etti. Seyirciyi sıkmak, onu kendi hayatından bile silik hikayelere şahit etmek marifet sayıldı. Halbuki sinemaya giden insan kaçmak isteyen insandı. Yaşamın sıkıntılarından, ait olduğu zamandan ve hatta kendinden.

İnsanlık, binlerce yıl önce, mağaralarda yaşarken, ateşin başında oturur mağara duvarlarına çizilmiş resimlere bakar, ateşin oynaşan titrek alevinin eşlik ettiği hikayeler dinlerdi. Bana göre sinemanın en ilkel halidir bu ve modern zaman insanları, o içgüdüyle karanlık bir mağaraya benzeyen sinema salonlarına girip film izliyorlar. Tıpkı taş devrinde olduğu gibi ateşin başında hayaller kurmak istiyorlar. İnsanlar sinemaya bu yüzden gidiyorlar. Kendilerindekinden daha büyük bir hayal gücünün yarattıklarına katılmak için...

Dün sabah, Mustafa Akkad’ın, İslam’ın doğuşunu anlatan epik filmi Çağrı’nın restore edilmiş kopyasının basın gösterimine katıldım. “Film sinemada izlenir” denir ya hani, bu filmler gerçekten de televizyona falan sığmaz. Çağrı belki de yüzüncü kez izlememe rağmen müthiş bir heyecanla ve gözümü kırpmadan perdeye bakmamı sağladı.

İşin doğrusu; perdede kocaman şeyler görmek, hikaye izlemek ve hayal kurmak istiyoruz. Buna muhtacız. Filmlerimiz, şarkılarımız, kitaplarımız olmazsa delireceğimizi biliyoruz artık. Bizi katı gerçeklikten uzaklaştıracak kaçış kapsüllerine ihtiyacımız var. Sinemanın ilk klasiklerinden biri olan George Melies’in Ay’a Seyahat’i işte tam da bu yüzden büyük bir filmdir. Sinema, eğer isterse, insanları çok uzaklara götürebilir ve insanlar bu vaade kapılır.

Bundan birkaç yıl önce, festivalin tanıtım filminde insanların bedenlerindeki film karakterleri dövmeleri sergileniyordu. O zaman dikkatimi çekmişti, o filmlerin hiçbiri “festival filmi” değildi. Hepsi kitle için yapılmış büyük filmlerdi. Şimdi de aynı şey, festivalin en rağbet gören filmleri, sinema tarihinin klasikleri/kültleri. Kitleler için yapılmış iyi filmler, iyi sinemanın reçeteleri. Hani “yönetmen sineması” diye bir tabir var ya, içine acemice yapılmış bütün görsel deneyleri doldurdukları… Al sana yönetmen sineması!

Uzun lafın kısası; “film festivalleri sadece epik filmleri göstersin” gibi saçma bir cümle kurmuyorum ama sinema kocaman bir şey. Seyirci bunu hatırladığında çok mutlu oluyor. Sinemayı, festivalle, jüriyle, ödülle seçkinleştirmeye çalışıp küçültmemek, seyirciyle arasını açmamak gerek. Hepimizin içinde hala mağarada bir ateşin etrafında otururken duvara çizilmiş av resimlerine bakıp hayaller kuran o ilkel insan var. İstanbul Film Festivali çok doğru bir iş yapıyor. İyi seyirler…

MURAT TOLGA ŞEN

[email protected]

YORUMLAR

  • 0 Yorum