Ahmed'imi gördün mü?

Afyonkarahisar’ın Çay ilçesine bağlı Karacaören beldesinde, Ramazan-Emine Olcay çiftinin kapısı çalınıyor. Ramazan Bey, “Hayırdır inşallah” diyerek kapıyı açıyor.

Ahmed'imi gördün mü?
26 Aralık 2016 - 09:56
 Evin önünde askeri araçlar, rütbeli komutanlar, muhtar, bazı kamu görevlileri mahzun bir şekilde durmaktadır.

“Baba Ramazan” anlamıştır. Şehit haberi vereceklerdir. Yıkılmıştır. Konuşacak takati yoktur. Sendelemiştir. İki yanından koluna girerler. O, sesi titreyerek sorar:

“Hangisi?”

Cevap yoktur.

“Hangisi?” diye tekrarlar. “Ferhat mı, Fatih mi?”

İki oğlu da askerdir zira. Oğullarından Ferhat, Güneydoğu’da PKK’ya karşı, diğer oğlu fatih El Bab’da IŞİD’e karşı savaşmaktadır.

“Fatih” der, komutan başını öne eğerek. Şehit olan oğlu El Bab’ta savaşan Fatih’tir.

Anadolu, El Bab cehennemine bir evladını daha şehit vermiştir.

Anne Emine Hanım “Guzum, guzum” diye feryat eder. Bu ülkenin guzuları bu ülke topraklarının dışında birer birer düşerken annelere-babalara feryat etmek düşmüştür.

Türk askeri El Bab’ta çok yoğun çatışmalara maruz kalıyor ve cepheden çok kötü haberler geliyor. Ortadoğu coğrafyasından çıkışımızdan 100 yıl sonra birileri bizi Arap Baharı masalıyla aldatarak yeniden bataklığa sapladı ve yalnız bıraktı. Yalnız bırakmakla kalmadı, Rakka’dan ve Musul’dan binlerce IŞİD teröristinin El Bab’a akmasına yol açtı.

Suriye batağından cenaze haberleri acı bir şekilde gelmeye devam ederken, Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı adlı eserinden bir bölümü aktarmak istedim size. Cemal Paşa, 25 bin kişilik askeriyle yaptığı son taarruzda Sina Çölü’nü aşmış ancak Süveyş Kanalı’nda durdurulunca büyük bir hezimetle karşılaşmıştı.

Artık Ortadoğu’yu terk edecek olan Türk ordusunun haleti ruhiyesini, Cemal Paşa’nın emir subayı olan Falih Rıfkı Atay’dan dinleyelim: “Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.

Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:

- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.

Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!

- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.

Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:

- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:

- Bu tarafa gitmişti, diyor.

O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı?

Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın:

- Ahmed'imi gördün mü?

Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın, Hz. Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.

Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.

Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.

Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!”

Muharrem Bayraktar

YORUMLAR

  • 0 Yorum