Boş yapma Abdulhamid

Türkiye’de son yıllarda yeni bir meslek türü var: TasvipÇİ. Herkese karışıyor, tasvip etmiyorlarsa utanmadan, gocunmadan bağıra bağıra konuşuyorlar.

Boş yapma Abdulhamid
02 Eylül 2023 - 10:31 - Güncelleme: 02 Eylül 2023 - 13:04

Görüşlerine uyulması gerektiğini düşünüyor ve ayar vermeye çalışıyorlar. Esasen kendilerinden memnun değiller ve bununla yüzleşemedikleri için “boş yapmayı” iş haline getirmişler: Ben yapamadım, sen de yapmayacaksın. Ben olamadım, sen de olmayacaksın.


Yüzbaşı Rıfat Bey, Hareket Ordusu ile Manastır’dan İstanbul’a gelen subaylardan. Küçük kızı Sabiha, işgal altında geçiriyor İstanbul’daki ilk yıllarını. Cumhuriyet’in kuruluşunu gördüğünde 13 yaşında. Öncesini de biliyor, sonrasını da yani. Atatürk’ün “Mühendislik fakültesinde kızlar da okusun” kararıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’ne başvuruyor, Türkiye’nin ilk kadın mühendislerinden biri oluyor. Ankara’da masa başı görev teklif ediyorlar mezun olunca, kabul etmiyor, “ben inşaata gideceğim” diye tutturuyor. Anadolu’da köprü inşa eden ilk kadın mühendis. Anıtkabir inşaatının kontrol şefliği de bir sonraki görevi. Yunanistan Başbakanı Venizelos Anıtkabir’i ziyarete geldiğinde, inşaatın başında Sabiha Rıfat Gürayman’ı görünce çok şaşırıyor: “Hayatımda ilk defa böylesine büyük bir işin başında bir kadın görüyorum. Sizi tebrik ederim" diye kutluyor.

Bu cesaret nereden geliyor dersiniz?.. Sabiha Rıfat’ın bir gücü daha var: Voleybol! O, Türkiye’nin ilk kadın voleybolcusu. Üniversitede oynuyor önce. Ligde henüz kadın takımı yok, fakat o kadar iyi ki, Fenerbahçe erkek takımında oynamasına izin veriliyor. 1929’da İstanbul şampiyonu olan Fenerbahçe’nin takım kaptanlığını yapıyor.

Mezun olduğu sene, kendisine, E şimdi ne yapacaksın” diyen arkadaşına şöyle dediği aktarılıyor: Herkes ne yapıyorsa, biz de onu yapacağız… Bugün Türk Milli Voleybol Takımındaki kızlarımız -Ebrar, Gizem, Cansu, Vargas, Hande, Eda, Simge, Ayça, Derya, Elif, Saliha, Zehra, İlkin, Aslı- bu cesareti nereden buluyor diye soranlar, 1920’lerin Türkiye’sine, Sabiha Fırat’ın büyülü gücüne geri dönüp bakabilirler. Herkes ne yapıyorsa onu yapmakla da kalmadılar, çok daha iyisini, en iyisini yaptılar.

Voleybol maçlarında gözlerinizi yaşartan kaç tane unutamadığınız sahne var? Benim çok. Bırakın izlerken, okurken bile gözlerim dolabiliyor: 1979’da Ankara’da Uluslararası Bahar Kupası düzenlenmiş, Batı Almanya ile oynuyoruz. Sahada oturacak yer yok, tribünler inliyor: Esmerim Biçim Biçim diye. Bugünün Erik Dalı ambiyansı bir manada… Hatta darbukalarla falan. Tabi burada hiç değişmediğimizi gösteren bir son var: Maç bitiminde yeniliyoruz ve biz yenilmeyi hiç sevmeyiz. Darbukaları sahaya fırlatıyor seyirci. Gazetelere haber ve muhtemelen misafir takımlara rezil oluyoruz. Bugün su şişesini bırak, madeni parayla bile maça girmemize neden izin verilmiyor diye sorarsak, aklımıza darbuka gelebilir artık. Sahaya bir darbuka atmadık demeyiz.

Bir de voleybolu son senelerde kupaların tadına kanıp, takip etmeye başladıysanız yazık olmuş. Uzun yıllardır sadece başarılarıyla değil, duruşlarıyla da efsane yazıyorlar. Mesela voleybol milli takımımız tarihinde ilk kez Japonya’da Dünya Kupası’nda oynadı. Tarih 10 Kasım 2003, rakip İtalya. İlk sayı Neslihan’dan geldi. Tribün yıkıldı. Hiç gerek olmayan o anda, takım mola aldı, saygı duruşuna geçti. Haydaaa… Kimse ne olduğunu anlamadı önce. Ama biz buradaydık ve hemen anladık. Saat 9’u 5 geçiyordu… Bu cesaret nereden mi geliyor demiştik?

Biz voleybolu da voleybol oynayan kızları da çok sevdik. Gözlerindeki ışıltıyı, dimdik duruşlarını, bakışlarındaki gücü, zekalarını, güzelliklerini, iyiliklerini sevdik. Hep sevdik.

 

Ama yeterince siper olabildik mi? Uğradıkları hakaretleri, sataşmaları, tacizleri, şorttu, bacaktı diye konuşanları susturabildik mi? Hayır... Türk kadın voleybolcuları her dönem ayrımcılığa, tacize, saldırıya maruz kaldı. Ama madalyalar artıp, göz önüne çıktıkça da hedef tahtası haline getirilme refleksi yayıldı. Bu başarıları, birilerinin yine, bir şeyler elden gidiyor” korkusuna neden oldu… Her neyse o elden gidecek olan artık, bi biz anlamadık.

Bir ilkokul öğrencisi kız çocuğu vardı, voleybol oynamak istiyordu, bir gün babasıyla karşılaştık, kızını sordum, “O devam etmeyecek” dedi. “Aa neden” dedim, “İstemedik ailesi olarak” dedi. Benim gibi kuyunun dibine inmek isteyen hadsizlerin en bunaltıcı yanı tulumba gibi hiç durmadan “Aaa neden” diye sormasıdır. Bir neden daha geldi tabi. “Çünkü, kendini o giysilerle teşhir etmesini uygun bulmadık” dedi. Dümdüz dedi. Bir an Akit okuyorum sandım, oysa adam kanlı canlı karşımda... Çok affederseniz ama siz voleybol maçlarında kızların bacaklarına mı bakıyorsunuz” deyivermişim. Ar damarını karşılıklı çatlatmışız artık, o seviyedeyiz, kavga çıkacak. Hiç bozulmadı, şak diye yapıştırdı yanıtı: Hayır tabi ki izlemiyorum, niye izleyeyim” dedi. Hadi oradan yalancı” dedim. Tabii ki içimden dedim ve çok pişmanım.

Ebrar Karakurt sosyal medya hesabından, "Savaşa savaşa kazanıyoruz" diye yazdı Polonya maçından sonra. Aslında savaş, sadece sahada değil, bunu biz biliyoruz, “Şort giyiyor aaa cephesi”yle de bir savaş var, gözünüz çıksın. Cephe elemanı Abdulhamid , hazır asker, hemen yanıt yazdı paylaşıma: "Müslüman Türk Milleti olarak sana tahammül etmeye devam ediyoruz..." Ebrar durur mu? Topa 99 kilometre hızla vuruyor. 99!! Ben oyuncu olsam ve sahada karşılıklı kalsam, direkt bayılma numarası yapıp yere serilirim valla, o hızla gelen topa elimi kaldırmak ne haddime? E yapıştırdı anlayacağı dilden yanıtı: "Boş yapma Abdülhamid!" Vurur, sayı olur, hiç acımaz.

Aslında yanıtı da bizim neslin adab-ı muaşeret kurallarına çok uygun değil. Annelerimiz yüzünden. Olsun, sen deme guzum, kavga etmeyin guzum” diye diye büyütüldük ama nezaketin kelime anlamını bile bilmeyen bir sürünün içine attılar bizi. De Ebrar, biz diyemedik, sen de. Mesela ünlü Türk düşünürü İrem Derici’nin çok güzel bir lafı var, “Zannediyordum sükûnet altındır, sükûnet b.k altındır. Sen sustukça konuşanlar kendinde kat be kat hak buluyor konuşmak için. Ve herkes kendini bir şey zannetmeye başlıyor.” Aa çok doğru, ne susacaksınız, biz nezaketimizden içimize içimize konuştuk da ne oldu, siz dışınızdan konuşun.

Şimdi diyebilirsiniz ki; milli takıma “milli utanç” manşeti atan, sosyal medyadan saydır saydır hakaret eden, “Sana tahammül edemiyoruz” diye sataşanları kaale almamak gerekir. “Biz takımın yenilmesini istemiyoruz tabi ama bacak gösterisine de karşıyız” diyen bir güruh da var malum, ciddiye mi alalım? O zaman bu görüşün bir prototipi temsil ettiğini kaçırıyor olabiliriz. Kaçırmayalım.

Bana sorarsanız, Türkiye’de son yıllarda yeni bir meslek türü var: TasvipÇİ. Herkese karışıyor, tasvip etmiyorlarsa utanmadan, gocunmadan söylüyorlar. Aslında baya baya kızıyor, sinirleniyor, bağırıyorlar. Üstelik bunu genelde muhafazakarlık adı altında yapıyorlar ve bence en çok ait olmaya çalıştıkları kültüre zarar veriyorlar. Seçtikleri iş kolunda esasen hiçbir anormallik yok. Elbette beğenmeyebilir, doğru bulmayabilirler bazı şeyleri. Ama görüşlerine uyulması gerektiğini düşünüyor ve ayar vermeye çalışıyorlar. Ve çirkin bir dil ve kötü niyet, bu işi görev edinmişler için, en popüler icra şekli. Birileri hakkında kötü konuşunca, birileri hakkında atıp tutunca mutlu oluyorlar. Sosyal medyanın da neden olduğu sahte bir egoya sahipler. Çünkü artık görülüyor, duyuluyorlar. Öne çıkmak istedikleri için de git gide daha radikal olabiliyorlar.

Ama alıştık, herkes herkese laf atıyor. Mesela benim Icardi yazımdan sonra bir okuyucu bana sosyal medyadan “Ev kadını futbol yazarsa anca bu kadar yazar işte” demişti. Kime söylesem kahkahalarla güldü. Ben hala üzgünüm. Ayıp ama aşk olsun. Neyse ifşa da ettiğime göre devam edeyim; bu ‘tasvipÇİ’ler, tasvip etmedikleri şeyleri bulup ayar vermeye çalışarak ne yapıyor peki: Toplumsal barışı bozuyorlar.

Dolayısıyla içimizdeki düşmanı arıyorsak, bize nasıl giyinmemiz, nasıl konuşmamız, ne söylememiz, ne yapıp ne yapmamamız gerektiğini söyleyenleri parmağımızla gösterelim ve bağırarak söyleyelim: Sen bu toplumun huzurunu bozuyorsun!

Sinirbilim Uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan’ın birkaç yıl önce duyduğum harika bir uyarısı vardı: “Sana ne” ve “Bana Ne” demeyi öğrenin. Ne kadar doğru. Ama ‘tasvipÇİ’lerin kendileriyle uğraşmak, kendilerini geliştirmek gibi bir meseleleri yok, o yüzden hep başkalarıyla uğraşıyorlar. Mesela durakta genç bir çiftin öpüştüğünü gören kadının videosunu izlediniz mi? Nasıl bir yaygara koparıyor, aman allahım, izlerken utandım bağırışlarından. O ise kendisinden çok emin, çünkü tasvip etmiyor ve saldırıyı kendine hak görüyor: “Ayyy arkamı bir döndüm, öpüşüyooolar! Sarılmak neyse… Öpüşüyooolar! Aaaaa nevrim döndü ya! Toplum içinde öpüşemezler, öpüşemezleeeeer, öpüşemezler!!” diye bas bas bağırıyor.

Ben bu vakaları her gördüğümde kahroluyorum. Niye bunlar yaşanıyor diye değil –çünkü olabilir-, niye bana denk gelmiyor diye -çünkü hiç gelmiyor-. Mesela Marmaray’da yer vermek için ayağa kalkan bir genç kız, erkek arkadaşının dizine oturdu, yaşlı amca da “İşte bunlar hep aşk” dedi, tüm vagon güldük… Bana böyle şeyler denk geliyor. Ben mutlu mesut evime dönüyorum, instagramı bir açıyorum, karşımda: ay arkamı bir döndüm, öpüşüyooorlarrr

Zaten ben bu kadının kim olduğunu biliyorum. Bir terapiste giden bir çocuk şöyle demiş: “Annem herkesle kavga içinde. En çok benimle. Yanımızdan köpek geçse durduk yere ‘şu köpek kadar bile olamıyorsun’ diyor bana…” İşte bu çocuğun annesi, öpüşüyoooolar diye kriz geçiren kadın. İspatlayamam, ama çok eminim.

Psikolojide çatışma teorisi diye bir kavram var. Eğer bir kişi, kendisinden memnun değilse ve bununla yüzleşemiyorsa; başkaları üzerinden tatmin oluyor. Ben yapamadım, sen de yapmayacaksınBen olamadım, sen de olmayacaksın. Ben öpüşmedim; sen de öpüşmeyeceksin. Boş Yapan Abdulhamid , ne işle uğraşıyor acaba? Dünyanın en büyük başarısı kendini tasvip edebileceğin hale gelmektir. Başkalarını değil. Bakın takımının değil, ülkesinin değil, dünyanın en iyisi olma mücadelesi veren birine sataşıyor Abdulhamid . Ne cüretle? Bilmiyoruz. İnşallah Türk bayrağını bir şampiyonada göğe yükseltmiş, bir kupa, bir ödül falan getirmiştir. Eğer öyleyse ben yanıldığım için yekten özür dileyeyim. Ama değilse, Boş Yapan Abdulhamid: Önünde düğmeni ilikleyeceksin Ebrar’a yorum yazarken.

Vallahi ben bu netlikteyim.

Suçluluk psikolojisi de olabilir. Kendi hayatlarında bir başarıları olmadığı için, başarıyı yererek ya da engelleyerek açığı kapatmaya çalışıyor da olabilirler. Geçen gün bir altyapı antrenörü ile sohbet ediyoruz. Minikler takımlarını anlatıyor. Bir maçta, bir baba rakip takımın oyuncusu basket atacağı anda, çıt çıkmayan salonda – çünkü küçük yaş liglerinde sevgi, saygı ve alkış şartı vardır- “Atamazsııııın” diye bağırmış. Çocuğumun eli titremiş tabi, atamamış. Hayır benim çocuğum değil. Biz annemden çocuklar hepimizindir kuralını öğrendik ve hele de bir yerde çelme atılan bir çocuk görürsek çocuğumuz deriz.

Titanyum dioksit, E171 olarak bilinen ve yiyeceklere, kozmetiğe renk vermek için karıştırılan kanserojen bir madde. Avrupa’da yasaklanmıştı, oradan biliyorum. Bizde serbest. Bizlerin yediğine, içtiğine de çok şey karışıyor işte... Sağlığımızı bozdular. Konunun titanyum yemekle tek başına alakası yok elbette, Bülent Ersoy’un dediği gibi bu aslında yoktu, içimden geldiuyarmak istedim. Aman diyim, yediğimize içtiğimize, konuşana susana, okuduğumuza izlediğimize dikkat edelim.

Ben bu yazıyı yazarken İtalya ile yarı final maçına saatler kalmıştı. Şampiyonanın sonucunu beklesem mi, başka bir şey yazsam mı acaba diye düşündüm bir an. Sonra dedim ki, yenilsen de yensen de şampiyonsun gönlümüzde…

Ama o sırada Boş Yapan Abdulhamidler şöyle desin:

Aaaa arkamı bir döndüm, şampiyon olmuşlar. Toplum içinde şampiyon olamazlar. Nevrim döndü ya, allah allah yaaaa!
 

T24 Haftalık Yazarı

Şükran Pakkan

[email protected]https://t24.com.tr/


YORUMLAR

  • 0 Yorum