Söylenecek söz yok, gidiyorum ben

Ayrılık içinizde de sevinç patlamalarına yol açıyorsa bunu sizinle kutlamaya hazır birisi bir yerlerde bekliyor demektir

Söylenecek söz yok, gidiyorum ben
03 Eylül 2022 - 10:30

 

Tuba Büyüküstün bir röportajında şöyle diyor: "Bir ilişkinin başlangıcı nasıl kutlanıyorsa bitiş noktası da benzer bir coşkuyla kutlanabilmeli. İki insanın el ele verip 'Artık bu yolculuk bitti. Bu süreci kutlayarak bitirelim' diyebilmesi çok güzel bir şey. Neden beceremiyoruz, ben de bilmiyorum."

Bunun nedenini ben biliyorum sanırım.

En önemli sorun, bu konuşmayı kimin başlatacağı ile ilgili.

Konuşmayı başlatan, en iyi ihtimalle kafasından aşağı bir bardak portakal suyu dökülebileceğini hesaba katmalı!

Ve daha da büyük sorun şu: Bu konuşma nasıl başlayacak?

"Bak tatlım, sen benden daha iyilerine layıksın", böyle bir konuşmaya başlamak için iyi bir cümle sayılmaz.

"Necla'nın o derin yeşil gözlerine doğru bir çekim hissediyorum" ya da "Kusura bakma ama İbo'nun karın kasları senin göbeğinle kıyaslandığında daha ilginç göründü gözüme" türü cümleler ise asla söylenmemesi gereken cümleler.

Çünkü birisinden ayrılmaya karar verdiyseniz, bu işi onu küçümseyerek, aşağılayarak ya da başkalarıyla kıyaslayarak yapmamalısınız.

Ve kuşkusuz ki psikiyatri biliminin de bir bildiği olmalı:

Theodor Reik, "Aşk ve Şehvet Üzerine: Romantik ve Cinsel Duyguların Psikanalizi" isimli eserinde şöyle diyor:

"Kaybolmakta olan aşk, kayıtsızlıktan çok, nefrete yakındır."

Nasıl oluyor da birbirlerinin gözlerine bakarken kendilerinden geçen iki insan, günün birinde bu noktaya gelebiliyor?

Tuba Hanım'ın sorusunun asıl yanıtı da zaten bu sürecin içinden çıkmalı.

Aşklar nasıl başlar?

Bir aşk ilişkisinden söz ederken iki bireyden söz ediyoruz.

Beş parmağın beşi nasıl aynı değilse, içimizde ılık duygular uyandıran insan da bizim bir kopyamız, klonumuz değil.

Başka bir anne babanın çocuğu, başka bir ortamda büyüdü, başka kültürel kaynaklardan beslendi.

Ne oluyor, nasıl oluyor da birbirlerinden tamamen farklı iki insan birbirlerine doğru çekiliyor ve âşık oluyorlar sorusu bugün gündemimizde değil.

Bu kez bu ilişkinin sonuna odaklanıyoruz, Tuba Hanım yanıtsız sorularla uzun geceler boyu mücadele etmesin diye!

Bir aşk ilişkisini başlatan ilk uyarıyı çiftler aynı şekilde algılamazlar.

"Göz göze geldik ve o anda ikimiz de aşk ateşiyle yanmaya başladık" diye anlatan birilerine rastlarsanız oradan uzaklaşın, çünkü bir yalancı ile arkadaşlık ediyorsunuz demektir.

Aşklar böyle başlamaz.

İlk uyarıyı alan taraf, diğerine de o uyarının geçmesini sağlayacak bir dizi eylem geliştirir.

İlk iş, beğendiği insanın ne tür bir insandan hoşlandığını kavramaya çalışmaktır.

Tahminler yürüterek, konuşmaların arasına sıkışmış küçük mesajlardan anlamlar çıkarıp, onları birleştirerek yap – boz çözer gibi ilerlersiniz.

Birisini beğenirseniz onu etkilemek için rol yeteneğiniz de gelişir. Aslında kendinize ait olmayan davranışlar edinirsiniz. Gerçekte olduğunuzu bildiğiniz kişiden farklı bir kişilik ortaya koymaya çalışırsınız.

Bir süre sonra hangisi gerçek sizsiniz, hangisi oynadığınız roldür birbirine iyice karışır. Bu rolü çiftlerden her biri oynar.

Zamanla rolü içselleştirmek elbette mümkündür, karakterinizin değiştiğini görebilirsiniz.

"Ona âşık olduğumdan beri ne kadar değiştiğime ben de şaşırıyorum" gibisinden cümleler duymuşluğunuz olmalı.

Rol ya da gerçek, sonuç olarak karşınızdaki kişi sizi böyle bir bütün olarak sever.

Sen çok değiştin

İlk günlerin heyecanı geçince, içselleştirilmemiş rollerin yaratacağı çatışmalar, sıkıntılar baş gösterir doğal olarak.

"Eskiden böyle değildin" tartışmaları başlar, "Sen çok değiştin" diye devam eder.

Yollar ayrıldığında da dizler dövülür: Meğerse benim sevdiğim insan bambaşka biriymiş, hiç olduğu gibi birisi değilmiş vs.

Aslında o son noktaya gelene kadar çiftler, eğer birbirlerini gerçekten sevdilerse, ucundan kıyısından yakaladıkları açıkları affetmeye de eğilimlidirler.

Hatta hangi davranışın rol, hangisinin gerçek olduğunu bile ayırt edebilirler ama bunu kendilerine de itiraf etmek istemezler.

Çünkü bunu kendi içlerinde yüksek sesle söylerlerse ilişkiyi bitirmeleri gerekeceğini de bilirler.

Aşk her güçlüğü yener mi?

Amor omnia vincit!

"Aşk her güçlüğü yener" sözü bundan çıkmıştır.

Âşık, mücadele eder. Hem kendisiyle hem de âşık olduğu kişiyle.

Ama bu da bir yere kadar sürer elbette.

Sürecin sonu da başına benzer.

Nasıl iki kişi birbirine aynı anda âşık olamıyorsa, birbirlerine karşı hissettiklerinin artık aşk olmadığını da aynı anda fark edemezler.

İlişkiler "fade out" olarak biter.

Çalan şarkının son notalarında sesin giderek alçalıp yok olması gibi.

Ve kabahat bir incili kaftan olmadığı için kimse sırtına onu giymek istemez.

Suçu karşı tarafa yıkması gerekir ki kendisi ruh huzuru içinde yürüyüp, gidebilsin.

Murathan Mungan şahane anlatıyor bunu:

"Ben diye başlayan aşk şarkılarının neredeyse tamamında 'karşı taraf' suçlu ya da hatalıdır.

Herkes duygularını o şarkılarla dile getirdiğine ve o şarkıdaki hakkı yenmiş sevgilinin kendisi olduğuna inandığına göre, bu karşı taraf kim oluyor? Peki, onun şarkısı hangisi?" (Murathan Mungan, 'Aşkın Cep Defteri, Metis Yayınları.)

Kentlerin meydanlarında güvercinlere yem attınız mı bilmiyorum ama hayatındaki sıkıntıları düşünerek çözebileceğini zanneden benim gibi tipler bunu çok yapar.

***

Güvercinlere yem atmak ve onları izlemek bir tür meditasyon gibidir.

Güvercinler ürkektir.

Bir yandan attığınız yemlere gözlerini dikerler, diğer yandan gelebilecek bir tehlikeye karşı tetiktedirler.

Bilinçli olarak yaşamazlar, içgüdülerinin esiridirler.

Hem ortalığa saçtığınız o arpaları, buğdayları yemek için dayanılmaz bir istek duyarlar, hem de kendi arkadaşlarının kanat çırpma sesinden ürker, o son taneyi alamadan havalanırlar.

Bizleri kuşlardan ayıran şey esasen budur, bizler kendi hayatlarımız hakkında fikirlere sahibizdir, bilinçli olarak yaşarız.

Önyargılarımız vardır. Öğreniriz, bir bölümünü içselleştiririz.

İyi ya da kötü, nasıl bir hayat yaşadığımızı biliriz.

Ama bildiklerimizi anlamlandırmamız da o kadar kolay değildir.

Bunu sağlamamızı, hayatlarımızı anlamlandırmamızı sağlayan şey sanattır.

Aşk da böyle bir şey.

Aşk romanları, aşkı anlamamızı sağlar.

Evrenin kendine özgü düzeni, insanı var olanın, gerçeğin içinde tutsak eder.

Bunun dışına çıkmak ancak ve ancak insanın zihninde başarabileceği bir şeydir.

Bu, gerçekliğin dışına çıkmaktır ve insanın evrenin tekdüzeliğinden kaçışı anlamına gelir.

Günlük yaşamın sıradan olaylarını, diğer sıradan olaylardan ayırmak ve onu anıtsallaştırmak sanatın işidir.

Roman dediğimiz şey böyle ortaya çıktı: Yaşamın çıplak gerçeklerini, yazarın kendi zihninde yeni bir düzene sokması, idealize etmesi ve yeni bir gerçeklik yaratması!

Ve aşk adı verilen duyguyu tarif edip anlamlandırmamızı sağlayan sanat, aşkın bitişinde çiftlere hâkim olacak duyguları da tarif eder.

Aşkı öğrendiğimiz gibi aşkın bitişine hâkim olan duyguları da oradan öğrenir, içselleştiririz.

Eğer ayrılığı kutlayacak kadar birbirimizden uzaklaştıysak bu kutlanmaya değer bir durum sayılmaz.

Ayrılık içinizde de sevinç patlamalarına yol açıyorsa bunu sizinle kutlamaya hazır birisi bir yerlerde bekliyor demektir.

En iyisi kutlamayı onunla yapmaktır, artık size bir şey ifade etmeyen birisiyle değil.

Başlık, Şebnem Ferah'ın Can Kırıkları albümündeki "Hoşça kal" şarkısından alıntı!


Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.


Mehmet Y. Yılmaz | Hafta Sonu

[email protected]

YORUMLAR

  • 0 Yorum