Yanlış bizde, yanlış biziz

Altın tozu atıp kahve içtiği, saçlarını bigudi yerine euro banknotlarıyla sardığı, güllerle kapladığı Ferrasi'yle hava attığı için günah keçisi haline dönen Dilan Polat, yalnız değilsin! Her şey, çevresindeki kapasite oranında değer görür. 7 milyon takipçin yanılıyor olamaz. Bu ışıltılı hayatı hep birlikte izliyoruz "aşkom"!

Yanlış bizde, yanlış biziz
07 Ekim 2023 - 11:22 - Güncelleme: 07 Ekim 2023 - 11:28

 

Elimde telefonum, sessiz bir sabah, evin içinde aniden çınlayan bir hoparlör sesiyle yerimden fırladım: "Pikocuuu, pikelere yorganlara, örtülere eteklere, beş dakikada pikooo!.." Demek pikocular hâlâ sokak sokak dolaşıyor. Bizim çocukluğumuzda pazarlamanın en etkin yolu, sokaklardan hoparlörle bağırmaktı. Instagram canlı yayın styla diyeyim, yeni nesil anlasın. "Pikocu ne ki?" diye soracaklarını da tahmin ediyorum. Hemen google'a girip aramaya "pikocu" yazdım, çünkü karşısında oturan annesinin düğmesine basıp yakın dönem tarih dersi vermesine neden olacağına, 100 Mbps hızla loppadanak iki kelimelik yanıta erişmeyi daha makul buluyorlar! Google bana "Pikachu mu demek istedin" diye sordu. He Pokemon'daki Pikocu, çok akıllı Google, he.

Telefonuma geri baktım, Dilan Polat kıyametini anlamaya çalışıyorum, çok zordayım. Komik geldi pikocunun geçmesi, gerçek hayatta kimin neyi satmaya çalıştığı çok belli, adam sokakta piko yaparım diye bağırıyor işte. Sanal dünyadaysa herkes ekranın içinden bağırıyor ve neyin satıldığı, neyi satın aldığımız belli değil. "Bir ürüne bedava ulaşıyorsanız, ürün sizsiniz" meşhur sözüne atıfla, burada da tezgahta biz varız, yine haberimiz yok.

Sosyal medya elbette şahane bir olay. Yoksa Dilan Polat diye birinin varlığından haberdar mı olurduk, ne yaşandığını anlamaya çalışmakla on gündür uğraşır mıydık? Hangi siteyi açsak manşette, hangi hesaba girsek hakkında yüzlerce paylaşım. Hâlâ bilmeyenler varsa canlı yayında kahvesine altın tozu döküp içen, "bir günde 759 bin TL harcadım, var ki harcıyorum" diyen fenomen diyeyim siz anlayın. Pardon, aslında iş insanı. Ama hakkında kara para aklama ve vergi kaçakçılığı iddiaları var. Ve tam 7 milyon takipçisi... Fenomen sayılabilir. Ferrari'leriyle, özel jetleriyle dolu hayatını Instagram üzerinden yayınlıyor, her şey oldukça ışıltılı falan derken bir anda "vergisini veriyor mu, arkasında kim var, nerden geliyor bu değirmenin suyu" diye bir fırtına koptu, olay inanılmaz yerlere geldi. Ali Koç, sponsorluk anlaşmasının iptali için talimat vermiş. O noktada benim için işler iyice sarpa sardı. Konunun ne olduğunu anlamak için çok uğraştım, okumadığım yazı, yorum kalmadı. Overdose Dilan Polat oldum. Tavsiye etmem. Anlamasak da olurmuş.

Ve bütün bu yaygaradan tek bir cümleyle çıktım: Fakirsiniz o yüzden beni kıskanıyorsunuz!

Haddimizi bildirdi yani. Evet, bedavaya terapimizi yapmış, teşhisi de pat diye koymuş oldu, sağ olsun. Çünkü çok haklı. Fakir miyiz? E, evet bu kesin bilgi. Saçlarına bigudi yerine dolar sardırırken çektiği videosuna "Bu ışıltılı hayatı ben seçtim aşkom" diye yazan Dilan Polat; tam olarak kendisini anlattığı ve göstermeye çalıştığı gibi biri.

Peki ya biz kimiz? Bu ışıltılı hayatı niye izliyoruz aşkom?

En sonda söylemem gerekeni baştan söyleyeyim: Evet kıskanıyoruz. Yıllardır tüm sosyal medya deneyleri ve akademik çalışmalar, "influencer ve fenomenleri neden takip etmekle vakit kaybettiğimizi" iki nedenle açıklıyor: Özenmek ve kıskanmak.

 

Artık sosyal medyayı gösterişten ayrı düşünemeyiz. Dünya çapında sanal bir statü rekabeti var. Zira Instragram "bitmeyen reklam arası"nın tam olarak kendisi. Hayatımıza girdiği gün, en heyecanlı sahnede çat diye reklam arasına girdik, filmin hangi sahnesinde kaldığımızı bile unuttuk, reklam arasında yaşıyoruz. Elbette fırsatlar dünyası. Ama yanlış yerlerde geziniyorsanız geri çıkması çok zor bir kuyu da aynı zamanda… Kelime anlamıyla influencer da "etkileyen" demek, ama her zaman fikirleriyle, yaptıklarıyla, başarılarıyla değil; yediğiyle, içtiğiyle, gezdiğiyle, giydiğiyle de... Ve hatta influencer artık "kanaat önderi" olarak anılıyor çalışmalarda. Oysa kanaat önderi, sanatın, siyasetin, eğitimin, değerlerin kısacası toplumsal yaşamın büyük bir bölümünü etkileyen kişilere denir. Denirdi. Zülfi Livaneli, İlber Ortaylı, Özgür Demirtaş, Mahfi Eğilmez mesela... Sosyal medyanın kanaat önderleri ise takipçilerine özel hayatını açan, yemek, seyahat, film, moda, spor, kozmetik gibi konularda bilgi ileten kişiler artık. Kendilerine "içerik üreticisi" demeyi tercih ediyorlar. Çok havalı. Her anını paylaşıyor, bundan para kazanıyor, bununla ünleniyorlar. Sabah kahvaltısını, en sevdiği içkiyi, kocasını, çocuğunu, hatta yatak odasına kadar "ürettiği içeriği" bildiğimiz bi' dolu sosyal medya ünlüsü var. Sokakta karşılaşsak özel hayatına ilişkin dünya kadar soru sorabilecek kadar tanıyoruz onları, ama selam bile vermezler, çünkü bizi tanımıyorlar. Ama biz yeni aldığı çöp kutusuna kadar olaya hakimiz.

Fransız felsefeci Paul Virilio buna "görmenin sanayileşmesi" diyor. Artık hayat, göstermek için var. Zenginsen gösterirsin. Akıllıysan gösterirsin. Başarılıysan gösterirsin. Bunların hiçbiri değilsen bile yine de bir yolunu bulur, öyleymiş gibi gösterirsin. Farklı bir duruşum-farklı meselelerim-farklı uğraşlarım var, entel takılıyorum demek için bile bir yol yöntem bulur, onu da gösterirsin.

Gösteremiyorsan yoksun çünkü.

Buraya kadar her şey bildiğimiz gibi. Ama bana sorarsanız; sosyal medyayı kullanarak ün, para, şöhret kazanan hiç kimse yanlış bir şey yapmıyor. Bu ışıltılı hayatı biz istedik. Bizim bu açığımızı yakaladılar. Gösteriş hayranlığımızı anladılar. Lüks için öldüğümüzü biliyorlar. Marka tutkumuzu, ünlülerin peşinden gizli gizli dolaştığımızı, parayı sevdiğimizi, parayı izlemekten asla bıkıp usanmayacağımızı anladılar.

Derslerimde de çok gösterdiğim eski bir tweet var: "Öğrenci evinde kalıyor, sinemaya gidecek parayı bulamıyor ama influencerların lüks hayatlarını sabahlara kadar izlemelere doyamıyoruz." Siz izlemeye devam ettikçe onlar daha çok para ve ün kazanacak diyor ama ikna edemiyorum. Günde 8-9 saat ekran süresi olan öğrencilerim çok oldu. Anne ve babalarının ekran süreleri daha uzunmuş.

Yanlış bizde. Yanlış biziz. Guy Debord'un "Gösteri Toplumu" isimli bir kitabı var, en kısa özetiyle "ne göstermeye çalışıyorsak, aslında o kişi olmak istiyoruz" diyor. Yani gösterilen ile gerçek uyumlu değil. Veblen de gösterişçilerin aylak sınıf olduğunu söylüyor. Ağır eleştiri. Çünkü aylak sınıf sosyal medya yoluyla prestij, para ve saygı kazanmaya çalışıyor. Vallahi de kazanıyorlar. Onları izleyen diğer sınıflar da gördüklerini kendi hayatlarına uyarlamaya çalışıyor, uyarlayamıyorsa bile izliyor, özeniyor ya da kıskanıyorlar.

Yürek yiyorum ve Veblen teorisine el artırıyorum: Sosyal medyayı itibar, ün, para kazanmak için kullananlar son derece bilinçliler, oyunu kurmuşlar, kuralına göre oynuyorlar. Telefonlarını bir kenara koydukları an, neye dönüşüyorlar bilmiyorum ama paylaşım yaparken ne yapmaları gerektiğini, bu paylaşımın nasıl bir getirisi olacağını çok ama çok iyi biliyorlar. Sahne, ışık, dekor hazır, 3-2-1 oyun!

Buradaki aylak sınıf, onlar değil, biziz. Hepimiziz. Boş zamanımız fazla çünkü aylağız, gösteriş seviyoruz çünkü aylağız. Sosyal medyada çok takip edilen isimlere bakarsanız göreceksiniz ki, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar falan değil, birinci sıralarda lüks tüketimciler, marka işbirlikçileri, saç makyaj uzmanları var. Çoğu da şahane, ben de takip ediyorum. Hikâyesini kaçırdığımda üzüldüğüm isimler var. Yalnız değilim. Forbes'in dünya çapında yaptığı araştırmaya göre sosyal medya kullanıcılarının yüzde 66'sı alışveriş kararlarını bile influencer'ların etkisiyle aldıklarını söylüyor. Elektrikli süpürge alacaktım, önce influencer yorumlarına bakayım demiş bir insanım.

Sosyal medya ünlüleriyle kurduğumuz bu para-sosyal ilişkiler çok güçlü. Çünkü zayıfız. Bilimsel olarak kanıtlanmış olansa sadece ilham almadığımız, aynı zamanda kıskançlık duyduğumuz. Dilan Polat haklı yani.

Shakespeare'in 'You Like It' adlı oyununda geçen "Tüm dünya bir sahne ve bütün erkek ve kadınlar sadece birer oyuncu" sözünden daha iyi bir tanımlama olamaz. Sosyal medya fenomenleri, bir tiyatro sahnesinde olduğunun farkındalar. Biz seyircilerse kendimizi oyuna fazla mı kaptırdık? Pasif izleyiciliği tamamen kanıksamış, dönen oyuna itiraz edemeyen, hatta oyunun içindeki oyunu bile göremeyen biz "masum köylüler" içimizdeki bu ilkel merakları öldürmedikçe, bu düzen değişmez.

Tıpkı tiyatroda perde indiğinde olduğu gibi, artık alkışlayıp o salondan çıkmamız lazım. Ama oyun bitmiyor, bizim de sahneden gözümüzü almaya hiç niyetimiz yok. Bize yol gösteren ve olmamız gereken kişiye ulaşmamızı sağlayan bir çevreye sahip değiliz belli ki, anlam arayışlarımız buralarda yanıt arıyor.

Birilerinin bize bir amacımız olduğu hissini vermesi lazım. Bu boşluğu sosyal medya ünlüleri ve influencer'lar doldurmamalı. Doldurmasın.

Bu senenin makyaj trendi metalik, giyside kayısı ezmesi rengi öne çıkıyor. Söylemiş olayım. Bir de ünlüler bu kış mutfaklarını değiştirmeye başladı, çizgili duvar kağıdı yaptırıyorlar ocakların arkasına. Patates kızartmıyorlar mı bunlar anlamıyorum, geçen sene doğal taş yaptırıyorlardı, daha iyiydi. Neyse içimdeki fakir sus bakayım… İzlemeye devam ettikçe, seviye budur. İyi mesailer.


T24 Haftalık Yazarı

Şükran Pakkan

[email protected]https://t24.com.tr/

YORUMLAR

  • 0 Yorum