Bülent Pelit

Bülent Pelit

Yeşilcam Anı
[email protected]

TÜRK SİNEMASINDA TEK-EL

13 Ocak 2019 - 22:01

1950 li yıllar, Türk sineması yeni yeni kıpırdıyor, tiyatro kökenli yönetmenler, oyuncular yerine alternatif sanatçılar filmcilik sektörüne giriyor. Amerikan ve Avrupa filmleri, özellikle Fransız, İtalyan sineması da etkilerini bu yeni sinemacı adayların üzerinde gösteriyor, yeni arayışlarla sinema modernleşme yolunda hızla ilerliyor. Jön ve Jöndam denilen güzel, alımlı insanlar filmlerde boy gösteriyor. Özellikle Amerikan filmlerinin oyuncuları birbirinden muhteşem, izleyenleri aşık edecek kadar hayran topluyor. Şu an Bollywood sineması olarak dünyada saygın bir yer elde etmiş olan Hint sinemasına o süreçte hiç rağbet yok. Oyuncuları genelde esmer, kavruk tipler, halbuki Türk seyircisi perde de hep güzel insan görmek istiyor, algı öyle. Film ithalatçılığı yapan Toros, başka bir sinemacı arkadaşı ile, Hint filmlerinde şansını denemek istiyor, cüzi bir paraya avare filmini ithal ediyorlar. Ancak parasızlıktan uzun bir süre gümrükten çekemiyorlar. Daha sonra arkadaşı filmden umudunu kesiyor ve ortaklıktan çıkmak istiyor. Toros borç harç bulup hem onun ödediği parayı geri veriyor, hem de filmi gümrükten çekiyor. Dublaja girecek yine para yok. Senet karşılığı bir yönetmenle anlaşıyor dublajda yapılıyor. Sıra vizyona geliyor ancak kimse bu garip filmi sinemasına sokmak istemiyor. Toros kendi gibi ermeni olan İzmir'deki yıldız sinemasının sahibine rica ediyor ve film İzmir'de tek sinemada vizyona giriyor. Bir anda dile takılan avara mu şarkısı ile film patlıyor. Filme tepeden bakan işletmeciler ve sinemacılar film için kuyruğa giriyor. Sonra Toros parayı koyacak yer bulamıyor, yıllar geçiyor Hasan Tual’in eline geçiyor film O da yeniden vizyona sokuyor, birde o vuruyor voleyi, Türk sineması da avareden en az otuz film uyarlıyor. Neticede çok bereketli filmmiş Avare. Sinema böyle lotarya gibi bir şey işte ve asla tekelciliğe mahkum edilecek bir meslek değildir. Su akar mutlaka yolunu bulur. Yine güncel bir konuya bakacak olursak, yıldız sisteminin tamamen bir algı olduğunu, sektöre kim pompalanırsa, şans verilirse onların yürüdüğünü görüyoruz. Yılmaz Güney için, “ancak ayakkabı boyacısı oynatırım” diyen bir yapımcı, şöhreti yakaladığında filminde oynatmak için ayaklarına kapandığı, ön görüleri yüksek olmayan üreticilerin şansa kader yürüdüğü bir sektör aslında Türk sineması. Yılmaz Güney’in popüler olmasıysa filmlerinde oynatamayan filmciler, baktılar çirkin adamı da izliyor seyirci, başka bir Yılmaz çıkarıyor, genelde yardımcı rollerde oynayan Yılmaz Köksal’ı Çeko karakteri ile piyasaya sunuyor ve önemli gişe başarısı yakalıyor. Yani o zamanlar kıt kaynaklarla yeni Yılmazlar nasıl çıktıysa, bu dijital çağda yeni Cemler mutlaka çıkacaktır. Çünkü tek hedef gişe olduğunda kalite geride kalıyor, bütün stratejiler gişe üstüne kuruluyor. Yılmaz Güney ticari filmlerden, sosyal içerikli üretimlere evrildiğinde, avantür boşluğunu başka bir Yılmazla dolduran Türk sineması, her zaman alternatif bulacaktır. Çünkü seyirci profili belli ve boşluk olduğunda o meydanı dolduracak yüzlerce bu işi kovalayan var

YORUMLAR

  • 0 Yorum